Beni yaşantımdan arta kalanlarla suçlayan bir yığın insanın arasından kaçarak geldim sana. Güz, hakkını en güzel verebilen mevsimin senin. Yapraklar büyük bir hızla dökülüyor ve ben çıplaklaşıyorum. Denizin kıyısında yorgun salınışları yosunların, kayalara çarpıp çarpıp geri dönen sular anıların taşıyıcıları. Durmadan eskiyen bir yorgunlukla salınıyor yosunlar, ellerinde gelgitlerin bıraktığı birkaç kırıntı, hepsi bu.
Çok uzun zaman suya bakıyorum. Zaman uzuyor ve anılar tükeniyor durmadan. Kayalıkların keskin yanına vuruyor sular. Yıllardır sakladığım bir resmi bırakıyorum kayanın üzerine. İki ıslak gülümseyiş acıtan bir çığlıkla denize gömülüyor. Hüküm giymiş iki suç ortağı. Artık yoklar. Başka bir şey gelmiyor elimden.
Yabancı bir ülkenin hiç tanımadığım vitrinlerinde bir Şarlo heykeli. İnsanlar bilinmedik dillerde, unutulup gidecek yaşanmışları pay ediyorlar sokağa. Sokak yüzyıllardır aynı sözcüklerden yılgınlaşmış yüzünü buruşturuyor. Gamzesinden öpüyorum Şarloyu. İki dudağımın arasında sıkışıp kalmış bir hüzünle sokağın buruşturulmuş yüzünü geçiyorum.
XX. yüzyılın ilk yarısını anlatan bir film büyük karelerle Saint nehrinin ortasından geçiyor. Filmde Nantes kentinde 27 rehine mektubunu kurşuna diziyorlar. Gökyüzü zincirlerini kemiriyor öfkeden. Gündoğumu ölümlerden arta kalan bu filmin içinde bir yerlerde sana mektup yazarken görüyorum kendimi. Avucuma kan damlıyor. Sen kanalı değiştiriyorsun. Ben filmin o karesinde bütün yarım kalmışları ve yoklaşan sıcaklıkların bütün acılarını gözlerimin içine doldurup indiriyorum göz kapaklarımı.
Yaşları 5 ile 10 arasında bir grup çocuk mahallenin sokak aralarından birinde 9 taş oynuyorlar. Yanımdasın. Güneşin rengi gözlerinin rengine benziyor. Şarap tadına bulaşmış bir gecenin artanısın. Çocuklardan biri bacaklarının arasından sıyrılıp kaçıyor oyundan. Büyümüşlüğüne kaçıyor. Gözleri bir çift dolunay. Taşlar birbiri ardına yıkılıyor. Pencerelerde çağrı sözcükleri. Birer ikişer dağılıyor çocuklar. İçlerinden biri sokağın başında oturuyor, avucunda bir boyama kitabı ve renkleri azalmış bir suluboya kutusu. Bir arabanın son an basılmış freni çocuğun üzerinden geçiyor.
Siyah beyaz bu boyama kitabını alıyorum yerden. Gözlerin ışıklarını kapatıyor.
Bir oyun oynayalım hadi diyorsun. Oyun ... Yıllardır aynı sahnede aynı figüranlığı yapan sen, bana oyun oynamayı öneriyorsun. Sokaktan bir at arabası geçiyor. Peşi sıra sürüklüyorum düşlerimi. Hiç kırılmamış bir gülümseyişle peşinden koşuyorsun onların. Kırbacın sesi beynimde gittikçe çoğalan bir fırtına. Saatler sonra gözlerindeki şarap tadını yitirmiş, gülümsemende onlarca yara izi ve üstün başın öfke geri dönüyorsun.
Oyun mu istemiştin. Kımıltısız bir bakışla gözlerimi gözlerine dikiyorum. En güzel oyununum senin. Küreklerini kıyıda unutmuş küçücük bir tekne. Kulaçlarını sağlam at. Yolda kalırsam boğulursun ve düşler ölür kırbaçlanmaktan.
Bir insanın gücü sevgiye ne kadar dayanabilir ve sevgisizliğe. Alışılmış uykularda yitip gidiyorsa birleşmeler, sabahları güler yüzlü günaydınlar günün telaşesinde unutuluyorsa, ortak bir paydaya denk düşmüyorsa yürek ve gözlerinin içine baka baka yalan söylüyorsa her şeyini ikiye bölerek yaşadığın, böyle bir alışılmışlığa ne kadar dayanılabilir.
Mumyalanmış bir ölüsün sen. Anlamsızlaşmış gövden Mısır’ın kan kokan bir labirentinde kendine sığınak arıyor. Çıkışı bir bulsan güneş donacak, Saint nehri donacak, yüreğim donacak. Bir filmin karesine sıkışıp kalacağız hepimiz. Çıkışı bulamıyorsun ve yıllar tespihe dizilir gibi geçtikçe parmak uçlarımızdan kemikleri ayrılıyor etinden mumyanın. Tanrı bütün bu olanları biliyor olmalı. Bu yüzden bir firavuna köle yaptı seni ve ben kendi ülkemin en özgür mavisiyim. Bu yüzden avuçlarıma uçurtmalar takılıyor ve renklerini çocuklarına dağıtıyorum uykularında.
Değilim diyorsun, ölü-m değilim ben.
Her yabancı öpüşle biraz daha silinen yüzünün son ifadesini anımsatan bu sözcüklere takılıp kalıyorum. Ölüm, yitirilmiş bir sevdayı durmadan aynı paydada aramakla geçen zamanda, ölüm bir türlü aynı bölenle bölüp denkleştiremediğimiz insanda. Ölüm, kalanla yetinip susturmak içimizin çoğullarını.
Yaşanan her gerçek kadar ölüsün.
Eski, çok eski bir kenti ortasından ayıran bir nehrin kıyısına çöküyorum. Kararan bakışlarında çocuk sevdalar. Gelip yanıma oturuyorsun. Ellerim darmadağınıklaşıyor birden. Hangi sevgiye dirensem güneş o yanımı acıtıyor.
Yüzümü güneşe dönüyorum. İspanya’da halk birbirine giriyor. Yüzümü güneşe dönüyorum inatla. Barselona düşüyor, Madrid düşüyor. Yüzümü güneşe dönüyorum. Üşüyorum.
Bütün iç savaşlar toplamınca üşüyorum. Sözcükler darmadağınıklaşıyor birden. Hangi yaşama dirensem sevda yanımla, o yanımı acıtıyor insan.
Hala o kentte misin. Hala kenti ikiye bölen nehre bakıp yarım öykülerimi dinleyen hiç yılmadan, hala avuçların sıcak mı?
Kapa gözlerini öyleyse.
Kayalıklara çarpan Anka kuşunun öyküsünü anımsa ve öylece kal.
-yitirilmiş bir güz mevsiminden-
Alıntı