Anaokuluna başlarken çocuklarda görülen problemler;
1. Yemek yeme.
2. Okulda uyumama isteği.
3. Sabah gitme sıkıntısı.
4. Akşam eve dönmeme isteği (Bu genellikle "maaşallah okula ne güzel alıştı" gibi değerlendirilirse de, endişeli bağımlılığın bir işareti de olabilir. Ticari, bir başka deyişle eğitimle hiçbir ilişkisi olmayan anaokulları tarafından olumlu gibi kullanılan bir olgudur. (Ünlü danışmanları olan eğitimsiz yöneticilerin okullarında bile.)
5. Alt ıslatma (büyük ya da küçük tuvalet olarak tanımlayabiliriz.)
6. Rahatsızlıklara bağlı sorunlar
1. Yemek yeme: Yemek yeme sıkıntısını yaşayan çocukların genellikle bağımlı eğitim anlayışı ile eğitildiklerini söyleyebilirim. Duyarlı dostlardır iştahsızlar. Anne ve babalarından en az biri otoriterdir.
Evde, daha önceden yemek yemesine aşırı ısrarlar yapılmış bir çocuğun rahat yemek yediğini henüz görmedim. Yemek yeme sıkıntısı olan çocukların aileleri, okulda da yönetimi aynı baskı altına almaya çalışırlar. Bu sorunu fark eden ve eğitimcilere destek veren aile yok gibidir. Beş yıl içinde bir tek aile bu konuda bize destek verdi. Bu ailenin, çocukları A'nın ne derece duyarlı olduğu bilen duyarlı insanlar olduklarını da söylemeliyim. Sevgili A'nın kulaklarını özlemle bir başka noktada çınlatacağım. Eğer ailenin aşırı baskısına dayanamayıp okul yönetimi de aynı baskıya girerse sonuç hüsran olabilir. Ben salt ticari amacı güderek ana okulu işini yapanlara kendilerinin tanımıyla; "dükkancı"lar diyorum. Meslekdaşlarımın bu tip yanlışlara düşeceğini sanmıyorum. Anaokulunun ilk günlerinde çocuk evdeki aynı alışkanlıkla yemeği rededer. Masada kalmak istiyorsa kalmalı, istemiyorsa oyun odasına inebilmeldiir.
Yeniden Yeme Eğitimi
İlk günlerde beklediği aynı tepkiyi almayan çocuk yemeğe başlar. Zaten genellikle yemek zamanı bittikten sonra yeme isteği olursa, mutlaka karşılarız. Bunu sakın disiplinsizlik olarak nitelemeyin. Tam anlamı ile bir yeme sıkıntısı da yoktur. Sadece acı çekilen aşırı ısrarlarla yapılan yeme saatlerine tepkilerdir bunlar.
Yönetime yapılan aşırı ısrarlar konusunda size bir anı:
Kızımızın adı G, 3.8 yaşında fıstık gibi bir şey, nefis sevimli, dilbaz, (dil gelişiminde yaşıtlarından 8 ay ileri Denver Gelişimsel Tarama Envanteri'ne göre) annesi ve babasını isimleriyle çağırıyor ve bu da ona başka bir sevimlilik katıyor. Bize annesi getirdiğinde bir türlü onu bırakmıyordu. Anneye bağımlılığı çok fazla idi. Annesi bu bağımlılıktan kurtulmak istiyordu. G'nin yaşının düzeyinde otonomiye kavuşmasını ve bizim yardımcı olmamızı istiyordu. Ancak bir takım dilekleri vardı; yemek yemediği zaman ısrarla yedirecektik. Listede ıspanak olduğu zaman G gelmeyecekti. Çünkü ıspanak, ona göre çocukları öldürme tehlikesi olan riskli bir yiyecekti. Nasıl mı? Ispanak bir çatal ile alındığında - ya da kaşık ile de olurmuş- bir kendir ipi gibi birbirlerine sarılarak dolanır, yağlı bir halat haline gelir ve insanın gırtlağına dolanıverirmiş. O zamana değin ıspanağın böyle bir etkisine tanık olmadığım için epey şaşırmıştım.
G endişeli, annemiz ondan endişeli. İlk gün onları daha önce söylediğim gibi oyun odasına aldık. Anne ile oynadı. Ancak annesi ile de aynı endişe sürüyordu. Annenin dışarı çıkma zamanı geldiğinde G ile birlikte kaldık. G ağlarken, anne de dışarıda duvarın dibinde ağlıyordu. G ağlamayı kesti, anne kesmedi. Daha sonra G arkadaşlarına ve öğretmenlerine alıştı. Annesi bir türlü alışamadı. Anne ile özel uğraşmamız gerekmeye başladı. Yemek saatlerini atlatmadan izlemesi G kızımızın yemek konusundaki endişesini engellememize engel oluyordu. Annesinin bizlere güvenmesi amacıyla video kamera kullanıyorduk. Ancak yemek yemesi bir türlü anneyi tatmin etmiyordu. Bir eksik olarak aile ile özel terapi yapacak bir terapistimizin olmaması nedeniyle G ile bir sorunumuz kalmamasına karşın, annenin bize baskısına dayanamadık ve uyum evresini tamamladığımız G'yi üzülerek bir başka anaokuluna göndermek zorunda kaldık.
Yemek Sorunları
Evde yemek sıkıntılarını kaldırmak için kullandığımız bir başka yöntem de okulda verdiğimiz sabah kahvaltılarının niteliğini dikkat çekecek derecede yükselterek baskı altındaki küçük arkadaşlarımızın sabah kahvaltı saatlerine karşı tavır almalarını önlemek oldu. Her ay sonu yaptığımız veli toplantılarında yemek konusunda yapılan ısrarların yararını değil, zararının görüleceğini söylememize karşın, tavırlarında aynı yapıyı devam ettirenlere karşı başvuracağımız biricik çare, önce çocuğu çekici yemeklerle kendimize çekmek ve daha sonra aynı saatlere duydukları antipatiyi kaldırmak oldu. Yemek zili ile işkence saati başladığını sanan bu duygusal arkadaşlarımız, öbür aynı tip arkadaşlarla kahvaltıyı saat sekizden eğitim başlama saati olan ona kadar sürdürmeyi sevmeye, dolayısı ile atıştırmayı da sevmeye başladılar. Ama hayır bu kadar kolay değil, aynı ısrarcı anne okulda yeme limiti olmayan reçel, tereyağı, beyaz ve kaşar peynir, süt ve reçelden oluşan, şelf servisle yapılan kahvaltıya karşın, evde çocuğuna süt içirmez ise içinin rahat olmadığını savlayarak, okuldaki yeme saatini bombardıman altına almayı ihmâl etmez. Burada size açılayım: Sütü evde içirmesi okulda oğlunun ya da kızının yememe olasılığına karşın alınmış bir tedbirdir. Oysa çocuğuna zorla sütü evde içirmesinin ve karnının bir an önce doyurmasının bir başka anlamı kendisi ile aynı sorunu paylaşan arkadaşları ile güle oynaya yemek yemekten alıkoymaktır. Sağlık elbette çok önemlidir, beslenme de. Ancak bizlere, daha da önemlisi kendi çocuğuna olan güven eksikliğini, sağlığa olan düşkünlük şeklinde açıklamak endişeli bir davranış olarak tanımlanamaz mı? Yine de şükür. Çünkü bu hanımlardan daha endişeli olan hanımlar, daha ana okulu deneyimlerinin ilk başlarında çocuklarının zafiyet geçireceğini ya da verem olacağını sanarak yeme problemini baştan çözümsüzlüğe mahkûm ederler, her yemek saatinde önce çocukla başlayan cebelleşme, çocuk ayak diredikçe eşler arasında itişmelere varıp, ailenin toplanma, konuşma ve belki de birliğini dahi temsil edebilecek yemek saatlerini cehenneme çevirir. Sonuçta zaten evde az yiyen çocuk verem olmaz ama eşlerden biri verem olabilir ya da boşanabilirler. Kanıtını isteyenler hukuk mahkemelerinden soruşturabilirler.
Bir de balık, tavuk, et ya da seçimi daha az olan sebze yemeklerinin aile tarafından istenmeyen bir seçimi vardır ki bu da içler parçalayan bir başka öyküdür.
Asılnda bu öykü G'nin annesinin öyküsünden farklı değildir (Hani ıspanağın gırtlakta düğümleneceğini savlayan hanım). Balık da aynı derecede katil ve cani bir yiyecektir. Kılçıklar adamın damağına saplandı mıydı "öldürüverir alimallah!" İşte bu yüzden sofraya oturulduğu zaman çocuğun önüne konan balık didik didik edilerek en küçük bir estetiği dahi kalmayana dek mıncıklanır. Çocuk balıkla ilk tanışmalarındadır, dolayısı ile şekil olarak tanımadığı balığı "kendi başına yiyemeyeceği için!" lezzetini de şeklinden çıkarır ve yemek yemez.
Yemek saatleri, beslenme dışında sofra estetiğinin verildiği, sofra kurallarının öğretildiği saatlerdir, önce estetiği bozarak modern eğitim tarihinin başından beri "iyi doğduğu ve iyiye yönleneceği" peşinen kabul edilmiş insan yavrusunun doğal estetik anlayışı zedeleniyor ve daha sonra yemekten nefret ettiriliyor. Ya da ömür boyu aynı yemeklerde aynı davranışı bir başkasından beklemek zorunda kalıyor. Birçok arkadaşım ya balık yemez ya da bir başkasına ayıklatır sonra yer. Endişe ve ona bağlı olan bağımlılık ya da sayın Atabek'in de Kadıköy vapurunda söyleşirken "kötülüklerin anası" olarak tanımladığını söylediği norm; 'Katılıma izin vermeme" bir ömür boyu insana elleri yokmuşçasına balık yedirtmiyor. Bir anlamda sakatlıyor. Ben "kötülüklerin anasını"; insanı saymama, insana güvenmeme olarak tanımlıyorum. Kendi çocuğuna güvenmeyen bir insan daha sonra hangi konuda ondan özgüven bekleyebilir, hangi konuda atak olmasını isteyebilir. Birbirlerinden kopuk hiç kimseyle dayanışmaya yanaşmayan,herkesten korkan, kendi işlerinde başkalarına bağımlı insanlardan nasıl bağımsız bir ülke istenir ya da teslim edilir ya da namuslu olmaları istenir. Meydanlarda vatana millete faydalı gençler yetiştireceklerini söyleyen politikacılar, aynı derecede bağımlı çocukları evlerinde yetiştirirlerken kendi göbeğini kendi kesemeyecek bir kuşağı da okullarda eğitmeye kalkıyorlar. Yemekte başlayan konuşmamız nereye geldi görüyor musunuz? Eğitim yaşamdır ve her noktasında birbirine bağlıdır. Sonuçta biz de hep aynı armut masalını anlatıyoruz, ne yapalım? Yemek konusunu kapatmadan önce sizden rica ediyorum, lütfen çocuklarınıza yemek konusunda ısrar etmeyin. Bırakın çocukların gırtlağında yemekler düğümlenmesin. Bir lokma yiyecekler zaten, onu rahat yesinler. Siz ısrarınızı kaldırırsanız o mutlaka yiyecektir.
Belki ilk ya da ikinci gün değil ama, "zafiyet" geçirmeden yiyeçektir. Yemek aralarında olan isteklerini süt meyva suyu gibi içeceklerle geçiştirip yemek saatlerinde ısrarı kaldırın.
Çocuğunuza kendi gözünüzü değil onun gözünü dahi doyurmayacak derecede az porsiyonlar verin, bittikçe yine alsın. İki buçuk yaşından başlayarak yemeği kendinin almasına ve yemesine yardımcı olun, yaşı büyük ise (ki genellikle sorun 3 yaşından başlayarak artar ve bu yaştaki çocuk rahatça kaşık tutabilir - ortopedik bir özürü yoksa) yiyeceği miktarı belirlemesine izin verin. Her şeyden önemlisi sofra düzeninizi bozmayın. Çok uykusu gelmiş ise, çocuğunuz sizden önce yiyebilir. Ama hep birlikte iseniz çocuğunuzu da aranıza alın, onun da (-da-ne demek) kişiliği olduğunu unutmayın.
Size yemek konusunda ısrarın yerine serbest bırakmanın mutlu sonunu anlatan A'nın öyküsünü, ardından birkaç kısa olay verip yemek konusunu kapatıyorum.
A bir yaz zamanı bize gelip gitmeye başladı. Anne baba çok duyarlı ve konuşma ile araları biraz açık, sessiz iki eğitimci idiler. Kendileri gibi duyarlı ve çekingen A ile okulun bahçesinde tüm erkek çocukların bayıldığı oyuncak dozer aracılığı ile tanıştık. O dozer ile oynarken ben kamyonu getirdim. Biz biraz oynadıktan sonra annesi ile kayıt bürosuna gittik. Daha sonra A'yı oyun odasına aldık. A oyun odasında beş dakika kadar oynayıp hemen yanımıza geldi. Annesi gerçekten anaokullarının en uygun, sayı bakımından en düşük zamanı olan yaz ayını seçmekle doğru bir zamanlama yapmıştı. Açık hava oyunlarının yoğunlukta olduğu yaz etkinliklerinin hemen tümünün bahçede olması hem uyumu hızlandırıyor hem de çocuğun gelişimine yardımcı olmamızı kolaylaştırıyordu. A, sabah gelme sıkıntısı çekmiyordu. Ancak, ağzına lokma dahi almayarak gelmeye tepki veriyordu. "Gelmesin", dedim ancak annesi çok sessiz olduğunu evde de istemediği olaylara karşı tepkisini yemek yeme ile belirttiğini söyledi ve gelmesi için ısrar etti.
Sabah kahvaltılarında A yemek odasında aynı sandalyede ellerini göğsüne kavuşturup önünde masa olmayan (yemek gelmesi olasılığını ortadan kaldıracak biçimde) bir yer; tam yemek odasının ortasında oturuyor, hiçbir yemeği ve içeceği kabul etmiyordu. Kahvaltı bitiyor A arkadaşları ile birlikte grubuna gidiyor.
Öğlen yemeği, aynı.
İkindi kahvaltısı aynı.
İkinci gün annesine telefon ettim. Annesi "sütü çok sever" dedi. "Evet" dedim "biliyorum neyi sevip sevmediğini, kayıt formların-danda buldum. Her şeyi redediyor."
-Biraz daha denesek ne olur?
"Olur" dedim, "iki üç gün içinde açılır sanırım."
A'nın açılmaya hiç niyeti yoktu, eve gider gitmez yaptığı ilk iş rapor vermek oluyordu;
"Bu gün sabah kakaolu süt vardı. Çok sevdim, ama içmedim", "öğlen makarna vardı (çok seviyor) yemedim", "Ağzıma lokma bile koymadım anneciğim". Kadıncağız kahroluyor tabiî. Dördüncü günde sizlere ısrar etmemeyi tavsiye eden ben, bir ısrar girişiminde bulundum ve yakın yoldan geri döndüm. Bence çözüm yemek zamanlarında annesinin gelerek dışarıda ya da okuldan başka bir yerde yemeleri idi. Ancak, annesi çalıştığı için gelemiyordu. Gelen kişi halası oluyor, o da duyarlı ve yumuşak kişiliği ile onun karşısında yemek yiyerek ısrar ediyor. Ancak, A tam protesto zamanını yakalamış hiçbir şey yemediğini halasına bir kez daha gösteriyordu. Öbür çocuklar artık A'nın yemez içmez bir canlı olduğunu kabullenmeye başlamışlardı.
"A'ya yemek konmasın öğretmenim, o yemez."
Hala ile A dışarıya okul dışına çıkıyorlar ve A ne bulursa yemeğe buşlıyor.
Sınıfta kimse ile iletişim kurmaya dahi çabalamıyor. Onunla oynarsam, oynuyor, ancak yemiyor. İkinci haftanın son günü bizim hamur
işlerimizin olduğu Cuma günü, A arkadaşımız, ellerini kavuşturduğu yerden kalkıp bir masaya oturdu, göz göze gelince gülmemeye çalışarak ağzını büzdü, başını öne eğdi. Hiç tepki vermemeye çalıştım. Herkes sıra ile tabağına, menünün yıldızı olan pidesini alıp yerine oturunca, yemeğini bitirenlerin tabaklarına ek yapıyormuş gibi, dalgınlıkla (!), tabağına pideyi bıraktım ve odadan çıktım. Bu arada öbür eğitimci arkadaşlara bir işaret;
- Sakın o tarafa bakmayın.
Baksalar, onlar da ellerinden gelmeden çılgınca tepki verecekler sevinçlerinden.
Çok geçmeden geri geldim. Tabak boş, yine göz göze, yine gülücük, ikinci, ardından üç, dört. On beş gün boyunca yememenin acısını çıkarttı o gün A. İkindi kahvaltısında yine masaya oturdu ve lap lup. Çok güzel. Araya cumartesi pazar girdi. Kazanılan gelişim noktalarından geri dönüşlerin (regresyon) bir tepki olmadıkça ortaya çıkmayacağını bildiğim halde, hafta sonunun bitmesini iple çektim.
Pazartesi sabah: Mükemmel.
Öğlen: Nefis.
İkindi: Bravo A, öperim seni, işte basardın. Kendi zincirini kendin kırdın.
A, zaten toplumsallaşmayı öğreniyordu, çekingenliği çok doğaldı. Anne babası da aslında, onun gibi insanlardı; topluluk içinde kimse ile konuşmaz, sessiz sessiz konuşanları dinlerler, sonuçta teşekkür edip giderlerdi. Biraz da armut dibine düşüyor yani. A, yemek işini becerince herkesle ilişki kurmaya başladı. Sabah gelme sıkıntıları bitti, çenesi açıldı, tüm etkinliklere zevkle katıldı.
İşte bu olay, onun kendi kendine çözdüğü bir sosyalizasyon oldu. Belki de, her türlü sorunu çözebileceğini kendisine kanıtladı. Kendi başarısından zevk aldı. Kendinin bir kişilik, saygıdeğer bir beyefendi olduğunun farkına vardı. Tebrikler A, nice basarılara...
Aile ve eğitimci birlikte olunca, elele verilince tüm sorunlar çözülebiliyor. A, annesinin çalışmasına tepki veriyor diye annesi çalışmayı bırakamazdı. Ben daha sonra suçlanmaıiıakdçin annesinden onay almak zorunda idim. Doğru olan başladığımız işi bitirmekti. Buna benzer bir başka olayla aile tarafından başvurulan profosör pedagog, olayı durdurmuş ve ilkokula gidene dek, çocuğun okul öncesi eğitim kurumuna gitmeksizin, kendisine danışan ailenin yaşantısını kaçak olarak çalıştığı bürosundan yöneterek ek gelir sağlamıştı. Çocuklarla ilgili ders verenlerin çocuklarla yaşayanlara (aynı eğitim düzeylerinde oldukları halde), tercih edilmesi de emek verenlerle sömürenler arasındaki ezeli mücadelenin bir parçası oluyor. Dr. Atabek'in normunu aynı olaya uygularsak; katılıma izin vermeyenler, katılımı ile bir işi başaranları da kabul edemiyor. Fildişi saraylarının kulelerinde kızlarını saklarken bir cadı alıp gidiyor hep çocuklarını. Bu cadı da bağımlılık cadısı. Şimdi öbür yemek sıkıntılarından bazı örnekleri verelim.
M, 4 yaşında bir erkek. Anne otoriter bir duyarlı anne, baba daha koruyucu, fakat en az anne kadar ısrarcı. Her yemek zamanı M'nin işkence saati halini almış durumda Annesi; elinde bir kaşıkla sağ koldan hücuma geçerken, baba sol kolda, endişeleri belli "zafiyet tehlikesi!" Belki ters gelebilecek bir şey, ama ben bir insanın
ömür boyu sinir hastası olarak yaşamasındansa böyle bir zafiyet tehlikesini tercih ediyorum. Kaldı ki, ortada zafiyetlik bir durum da yok. M'nin boy ve ağırlık ortalaması yaşıtları ile aynı düzeyde. Ancak zavallı M'nin adı çıkmış dokuza, inmiyor sekize. Söz gelimi, Anneannesine mi gitti;
- Ne severmiş benim oğlum?
- Pilav.
- Tavuk da yermiş değil mi?
- Yemem, - Ah, benim iştahsız oğlum.
Kırk kez deli derseniz deli olunurmuş örneği, çocuğun kendisini iştahsız biri olarak tanımlamasına yol açacak bu tür yanlışlara karşı çocukcağızın yaptığı tek yanlış, gördüğü çevre inancına uymaktır. Bu tip yeme sıkıntıları gördüğüm en yaygın yemek sıkıntıları oldu. M'nin evinde yaptığım gözlemlerde, M'nin önündeki tabaklardan benim bile gözüm korktu; ki hiç de iştahsız biri değilim. Ancak fazla kilolarımı atmak için o evde bir ay kalmama izin verseler yararlı olacağına kesinlikle inanıyorum.
Çocuk o tabağı bitirmese bir türlü, bitirse başka bir türlü. Üstelik emin olun, tabak sonsuz bir kuyu gibi; M, ağzı ve kapasitesi ile o tabağın biteceğine bir türlü inanamamıştır. Fakat o tabağı koyan mantık, kendisinin tatmini uğruna aynı yanlışı her öğün yinelemeden edemiyor. Sonuçta bir kısır döngünün içine düşüyorlar. Çocuk yemedikçe, daha çok yemek konarak ondan bir çeşit intikam alınıyor. Tabaktaki yemek miktarı arttıkça çocuk yemiyor ve genç direniş sürüyor ve başlanıyor doktor doktor dolaşmaya:
- "İştah şurubu yazsanız doktor bey, iştahsız da... Aslında talep edilmesi gereken iyi bir sakinleştiricidir (Anne için).
M'nin sorununa daha kolay yaklaşabildim. Ailesine yaklaşmak onları daha önce tanımam dolayısı ile çok kolay oldu ve evlerine gittiğim her yemekte konulan miktarın azaltılmasını istedim. Okuldaki ilk günlerinden başlayarak 4 yaşındaki M'nin tabağına istediği miktarı koyması ile kendi yediği miktarı arttırmasını, daha önce yemediği bazı tür yemeklerin dahi yenmesi izledi. Bu olayların okulda kameraya alınması ile annesini de sakinleştirdik ve yeme sorununu böylece çözmüş olduk.
Yemek yeme sorunlarının en sık yaşandığı ailelerin, en az bir otoriter kişiden oluştuğunu daha önce de belirtmiştik. Yemek sorununu çözmediğimiz ya da sorunu bize hiç yansımamış; yemek sorunu sürüp giden çocuğun ailesi ile arasındaki bağlar gün geliyor ilk erginlikle başlayıp iletişim eksikliğine bağlanıyor. İletişim eksikliği ise giderek genç ve ebeveyn arasındaki bağları zedeleyebilecek güce ulaşabiliyor.
Ana okuluna başlama ile ilgili sıkıntılar olarak baktığımız sorunlara aslında her yetişkin için de bakabiliriz. Ana okuluna başlayan çocukta birtakım sorunlar olacak da, orta okul ya da liseye başlayanlarda olmayacak mı? Bir işe girdiğinizde uyum sıkıntılarını hiç yaşamıyor musunuz?
Ama bir de şöyle bakalım; askerlik eğitimi, lisede ergenlerin başlarına eğitimsizlik nedeni ile gelen cinsel sorunlar, cinsellikle ilgili ağır duygusal yaşantılar, sağlıklı yaşanmayan aşklar, sağlıklı olmayan evlilikler, iş başarıları ve başarısızlıkları, alışkanlık kazanma, ve eğitim aşamasında bir iz açılmadan, hatta sağlıklı bir temel kazanmadan nasıl olabilir. İnsan 3 ile 6 yaş arasında beyin gelişiminin yüzde 60'ını yaşarken eğitimsiz kalması mı gerekir, yoksa gelişi güzel; yalnızca kendi biyolojik, çevresel ve sosyolojik mirasıyla mı yetinmelidir.
Ana okuluna başlayan çocuğun başta sıraladığımız gibi bir takım ana sıkıntıları yaşama olasılığı vardır. anaokuluna başlandığında çocuğun bu ana sıkıntıları yaşayacağı varsayılmalıdır. anaokuluna başlangıç sizin eğitiminizi ve çocuğunuzu test edecektir. Sıkıntılara dayanabilen bunların okul sorunları olduğunu kabul eder. Sağlıklı sosyo- ekonomik yapıdan gelen yüksek öğrenimini tamamlamış ailelerin hiçbiri okul problemlerinden kaçmadı. Bu sorunlara karşı çocukları ve bizlerle elele vererek mücadeleler kazandı yaşam dalgalarına karşı. Okula başlanan ilk günlerde bir davranış değişikliği olarak okulda uyumama ve sabah okula gitme sıkıntıları da yaşandı.
Başka Sıkıntılar
Yeni bir ortamla tanıştığınız ilk gün siz gidip uyuyabilir misiniz? Geceleri bile uykunuz kaçabilir. Bir anaokuluna başladığı günde, çocuğun olağan yaşamını sürdürebilmesi olası mıdır? Hele hele gidip uyuyabilmesi... çocuk ilk günden yemeğini yedikten sonra "tamam efendim şimdi güzellik uykusu saatim geldi ben uyumayagidiyorum" diyebilir mi? Aslında ne güzel olurdu, çocuklar sıkıntılarını aynen yetişkinlerin diliyle belirtseler.
- Anne ben bugün girdiğim uyum ortamında çevre uyaranlarının etkisi nedeniyle yoruldum.
Yada:
- Değişik sosyo-ekonomik yapıdan çocuklar var anneciğim, bunların kimisi beni dövüp sindirmeye çalıştı, kimisi iyi davrandı. İşte hepimizin ayrı bir kişilik yapısı var. Nasıl bir kişiliğim olacağını düşünüyorum. Yalnız kalabilir miyim?
Aslında çocuklar Egocentrizm ve Conservatizm sahibi de, yetişkinler değil mi. Allahaşkına, çocuğun salt annesi istiyor diye o gün uyuması mı gerekir. Bir anaokulunda olması gereken eğitimciler ile birlikte, aile, eğitim programını saptayıp uygulamaya koyduktan sonra, bu tedirginlik neden? (Yine bu kurallara uymayanların eğitim düzeyi liseyi aşmamış bir önceki kuşaktaki eğitim olanakları kısıtlı olmuş büyük anne ve babalar olduğunu, yine içinde bulunduğum kurumdaki örneklere dayanarak söyleyebilirim.) Okula ilk günlerde gelme sıkıntısını da aynı yapı içerisinde ele alabiliriz. Daha başından söylemeden sonuca gelirsek, diyebilirim ki. para parayı çeker atasözüne uygun olarak eğitim eğitimi çekiyor. Anadan babadan gördüğü eğitimle yetinerek yetişen kendini çeşitli ortamlar içinde yetiştirmiş insanlar belki de okul kurumunu küçümsüyorlar. İşe bakın ki, tam da zamanında ABD'de 70'li yıllarda üretilmiş okulsuzluk teorileri de çeviri ve anlayış olarak nihayet geldi ve buna sarılabilen "aydınlarımız" dahi çıktı. İvan İllich'in okulsuz toplumunu okuyup gerçekten okulsuz bir toplum planladığını dahi zannedenler olmuştur, oldu da. Yaygın eğitimin örgün eğitimden daha ucuz ve daha kısa bir yol olduğunu anlatan İllich bunu kanıtlamaya çalışırken; bir veli bana;
"Çocuğumu bir okul öncesi kuruma vermeyi düşünmüyorum, artık dünya okulsuzluğa doğru gidiyormuş. Zaten okula gitmesini dahi istemiyorum" deyiverdi.
Örgün eğitimde nitelik ve nicelikte bir denge oluşturmuş ve artık yeni evrim sıkıntıları yaşayan batı eğitimi ile bizim örgün ve yaygın eğitimde sinek kaldıramayan bol renkli oturmamış eğitimimiz karşılaştınlabilir mi? En evrimsel biçimi ile eğitimi savunmak için ülkemizde örgün eğitimi savunmamız gerekli.
Yine de ne gariptir ki ben ikibinli yıllara girerken hâlâ ülkemizde okul öncesi eğitimin gerekliliğini anlatmaya çalışıyorum. Lafı çok uzattık, istatiksel olarak ana okuluna gelme sıkıntısının aile eğitiminden kaynaklı olduğunu bir kez daha vurgulayalım.
Şimdi size yeni bir anı: G:
Kişilik Belirlenirken
G. Doğu kökenli bir ailenin torunu. Ailenin kızları üniversite eğitimini sosyal bilimlerin dallarında tamamlamışlar. G anneannesinin yan dairesinde oturuyor. İkibuçuk yaşında iken bize gelmeyi denedi, çok çabuk uyum sağlamıştı. Ancak anneannenin isteği ile okula gelmesi bir buçuksene sonraya ertelendi. Bir buçuk yıl sonrasına ertelenen bir sosyalizasyon ile işe başladık. Önce ailenin isteği ile, anlaşarak öğleden önce bir süre G'yi evinden alıyor daha sonra bir iki arkadaşı ile genel servis saatleri dışında bir saatte evine bırakıyorduk. G, önce yemedi, arkadaşları ile -düzenli olarak- oynayamadı. Kendi kendine de oynayamadı ve tabii uyumaya da hiç yanaşmadı. Okula gelmeme konusundaki yakınmaların ortaya çıkışı G'nin bizlere tamamı ile alıştığı dönemden sonra başladı. G bütün gün üst katta bisiklete binmeyi, yemekleri reddetmeyi bıraktıktan ve arkadaşlarını kabul ettikten sonra geliş saatlerini genel servis saatlerine göre ayarladık. Ancak annesi saat yedide çıkıyordu. Babası işe yedi onbeşte gidiyordu. Ailenin tercihi geceleri çok geç saatlerde yattığını söyledikleri G'nin en geç servis ile alınmasıydı. Akşam uykusunu erkene almak konusunda aile ile görüştük. Daha sonra servis saatinin erkene alınabileceğini, bu uyum dönemi, sonra yedi buçukta onu gelip alabileceğimizi söyledik. Ancak 1. aşamamız olan geç servis uygulamasına geçtiğimizde G. ilk günlerde neşe ile gelmeye başladığı halde, daha sonra bu olumlu davranışı sönmeye başladı. Servis arabasından aşağı inip G'nin anneannesinin kapısını çalıyorum ve karşımda çok mutsuz, evinden ölü çıkmış ya da çıkacak bir insan tavrı ile annenanne beliriyor. "Aaa" diyor "siz mi geldiniz." Oysa ben sürpriz yaptığımın farkında değilim. Her gün geldiğim bir saat bu. çöp gibi, kapıcı servisi gibi. Şimdi sıra bende, bu da "torun servisi."
Geldiniz ama daha kahvaltısını etmedi benim aslanım. Kahvaltısını etsin, kakasını yapsın gelecek.
- Olur, diyorum ve beklemeye başlıyorum. Beş. on, onbeş dakika oluyor.
- Ne oldu hanımefendi hazır mı?
- Bir dakika, portakal suyunu sıkıyorum onu da içsin.
Saat on buçuklara gelip dayanıyor. Öğlen yemeği saat on ikide ve biz onbuçuğu geçe G'yi alıyoruz. Okula giderken önemli cadde ve sokakları tanıtıyoruz. Dil gelişimi nefis olan G ile sabah sohbeti..
Ancak ilk haftadan sonra yine anneannenin kapıyı açtıktan sonraki şaşkınlığı kayboluyor ve kendi isteksizliğini şöyle belirtiyor.
- Bak abin geldi, ama bugün okula gitmeyeceksin değil mi kuzucuğum.
Bana dönüyor.
Ağabeyi, hasta benim oğlum, değil mi G, hastasın gitmeyeceksin değil mi?
G en sonunda gelmiyor. Ve on beş dakikalık bekleme, onca çaba, onca haftalık emekten sonra bomboş geri dönmeyle sonuçlanıyor. Konuyu kendi ailesine ilettik.
- Annem biraz düşkündür, sabah erken kalkmasını istemiyor, dedi.
Zaten anneanne her sabah beni uyarıyor "öğlen yemeğini yesin ağbisi, uykusunu uyusun, dövmeyin ha."
Saat on buçukta tıka basa midesi doldurulmuş çocuk öğlen yemeğini anlaşılmaz bir nedenle yiyemiyor! Daha sonra da yemek konusunda değindiğim gibi, arkadaşları ile sofra başında iletişim kuramıyor ve henüz yerleştirdiğimiz yeme düzeni bombalanıyor. Fakat anneanne tavrından vazgeçmiyor.
Anneannemizden birkaç ricada bulundum o bir türlü davranışlarını değiştirmedi; üçgün üstüste beni onbeş dakika bekletip boş gönderdikten sonra zorunlu olarak G ile bağımızı kesmek zorunda kaldık.
Bu anı elbette çok aşın uçlardan biri. ancak aile nedeni ile okula gelme sıkıntısı çeken çocuklar içinde yeterli bir açıklama gibi geliyor bana.
Akşam evde yapılan aşırı çocuk sorgulamaları da çocuğun öğretmenlerine ve arkadaşlarına karşı ilgisini azaltabiliyor. Çocuğun okul öncesi eğitimcisi, eğitimbilimcisi ve ailesi ile çözümlenebilecek sorunların çözümsüz bırakılması, bir başka deyişle yine sorunlara benmerkezci. "ben bilirim" tavrı ile yaklaşılması, yeni bir ortama girmiş çocuğun ilk günlerinde uyumunu zorlaştırıyor kanısındayım. Aileler güvenmedikleri anaokullarına çocuklarını sakın vermesinler. Ancak anaokulu ya da okulöncesi eğitim kurumuna ve uygulamasına karşı tavır alma bizim ülkemizde en yaygın tavır gibi geliyor bana. Tavır alanlar, yine kendi eğitim öğrenim ve çevre olanakları kısıtlı kalmış aileler. Okul öncesi eğitime olumlu yaklaşanlar ise, eğitimden kendileri yararlanmış insanlar. Toplum tamamı ile eğitimli olsa okul öncesi eğitim hakkında eğitimin diğer dallarında olduğu kadar bilgili bir toplum olsa çocuklarının tümünü kendi çocuğu kabul ederek, onların davranışlarının kendi evrimleri içinde gerçekleştiğini bilerek, çocuklara çocukça yaklaşabilen sağlıklı yetişkinler olsa eğitimi satın almaya ya da devlet okullarına bile gitmeye ne gerek var. Yani şimdi İllich"in okulsuz toplum teorilerini uygulama, noktasına gelmiş olsak ne iyi olurdu.
Evde olan bitenler çocukların okula gelememe sıkıntılarına neden olabiliyor. Anne baba arasında anlaşmazlık olan bir ailedeki çocuğun ev dışında kendisini annesi ve babasından uzak hissetmesi gerçekten çok korkunç bir duygudur.
C, aynı sıkıntıyı yaşayan arkadaşlarımızdan birisidir. Yine, ebeveynlerden biri aslında köy kökenli, ancak üniversite bitirmiş bir hanım annemiz. Babamız ise yabancı dilde eğitim veren bir okulda orta ve lise eğitimini tamamlamış, tutulan bir üniversitemizden mezun genç bir üst düzey yönetici. C başlangıçta bize alışmakta hiç sıkıntı çekmedi. Üç yaşındaydı. Yaratıcı, dil gelişimi yaşıtlarının üstünde, dikkat ve zekası yüksek bir çocuktu. Dediğimiz gibi bu arkadaşımızın sözettiğimiz özellikleri ile uyumun gecikmesi de beklenemezdi. Dört yaş doğum gününü kutladığımız günlerde C beyimiz bir gün gelmedi. Telefon ettim, dedesi gelmiş o gün canı gelmek istememiş. Bu davranışı bana doğal geldi. Dedesi ve anneannesi. İstanbul dışında yaşıyorlardı. Onlarla özlem gidermek onun en doğal hakkı. Derken dedeler yaşadıkları kente döndü. Ancak C beyin sıkıntıları sürüp gidiyor, sabahlan tepinerek geliyor bir türlü babasını bırakmıyor. Servisle gelen C, bir geri dönüşle artık babası tarafından getirilmek istemeye başladı. Üstelik yolda nazın bini bir para. İstediği müzik parçasını üst üste çaldıra çaldıra adama fenalıklar geliyor. Annesi telefon ediyor.
- Efendim şiddet mi kullanıyorsunuz? Yada:
- Öğretmeni değişti de ondan mı?
- Son zamanlarda sizde bir şeyler mi oldu?
Öğretmeni ile arası eskisinden daha iyi. Ben zaten çocuklarla dost olamamış, yaşam görüşü çocuklarla uymayan insanı öğretmen olarak almam ki, şiddet kullanmıyoruz. Bir üçüncü sorunumuz var bana sorulan sorunun aynı. "Son zamanlarda sizde bir şeyler mi oluyor diye sordum, hanım 'hayır'ladı. Üstelik soruma biraz da kızdı. Ancak birkaç akşam sonra karı kocanın kendi aralarındaki anlaşma düzeninde inme çıkmaların son zamanlarda hatırı sayılır derecede arttığı babasının bize yaptığı danışmada ortaya çıktı. Ve anne babanın daha sonra anlaşması ile C eski düzenine kavuştu. Bir iki ay sonraki yeni bozulma yaz tatilinin başına denk geldi. Annesi bizim disiplin konusunda zayıf kaldığımızı söyleyerek bir başka okul öncesi kuruma gitmesi gerektiğine karar vermişti. Ne yazık ki bir başka ev çatışmasından sonra. C evini hiç terk etmeme kararını kesinlikle aldı ve bir daha okul öncesi bir kuruma gitmeyip evde teyze kızı on beş yaşlarında bir genç kızla kalmayı tercih etti. Bu arada C'nin ailesinin okul öncesi kurumların biricik işlevinin "bakım" olduğundan en küçük bir şüpheleri dahi olmadığını da belirtmeliyim. En iyi. en tutulan eğitimleri aldığını belgeleyen ve bu sayede kendilerine iyi işler bulan velilerimizin okul öncesi eğitim hakkında en küçük fikirlerinin dahi olmaması beni gerçekten çok şaşırtıyor.
İzmir Torba bölümünde yine ele alacağım gibi aileler okul olgunluğuna erişmemiş çocuklarını yarış düzeni içindeki çarpık ilkokul eğitim sürecine sokmakta adeta yarış ediyorlar. Nedeni ise onlar için çok açık "Ciddi bir eğitim" Kimi tatmin ediyorlar? "Amaçları ne?" diye düşünmüyor değilim; bir taraftan aydın olmayı kimseye kaptırmama anlayışı öbür taraftan cinsel olgunluğa ulaşmamış bir kızın, "koca yanında daha iyi eğitilir" gibi bir öngörü ile evlendirilmesine benzer bir anlayış. Doğrusu, Türk Eğitim Sisteminden yetişmiş olduklarının alamet-i farikasına taşıyorlar. Özgün bir eğitim sistemi(!)
Okula uyum döneminde bir kişilik yapısının aile tarafından altının çizilmesi, ile çocuğun eğitiminin ana rotasının belirlenmesinin önemine bir kez daha değinmiş oldum.
Okul öncesi eğitime başlarken; çocuğun yaşı. ailenin o sıralardaki karşılıklı etkileşiminin derecesi, kardeş ya da muhtemel bir kardeş (ana karnında) - kızçocukları için bir erkek kardeş - uyum çalışmalarında kullanılan tekniğin seçimi gibi öğeler önem taşıyor. Ancak, her şey olumlu gidiyormuş gibi gözüküp de gitmediği zamanlar da vardır. Biz böyle zamanlarda aileyi uyararak henüz uyum sürecinin tamamlanmadığını, uyum içinde bir bağımlılık süreci yaşandığını söylemeyi kendimize görev biliyoruz ve zaman zamanda yakındığımız veli tipi bize inanmıyor. Öyle ya. torunumuz yok. tosunumuz yok, falcı da değiliz neden bu işi onlardan çok bilelim ki.
Eğitim konusunda konuşmak da. bilgileri uygulamak ve satmak da çoğu kez eğitimcilerin tekelinden çıkmış durumda. "İtaati" yüksek düzeyde uygulayan ve hâlâ eski köy alışkanlıklarından kurtulamamış toplumumuzda ya gizem derecesi yüksek disiplinler (din adamlığı, klasik büyücülük, falcılık, kara büyücülük), ya da doktorluk, avukatlık, hakimlik, polislik gibi insanın yazgısı ile oynayan meslekler popüler olabiliyor. Az gelişmiş toplumlarda sosyal bilimlerin popüler olmaması çok doğal. Bir de bu az gelişmişliğin üstüne geleneksel kültürel kırıntıları yıkan teknolojik gelişmeleri ekleyince, sosyal bilimlerin papucunu her gün dama atsanız yine az. Daha önce askerliğimi sekiz aylık er olarak yaptığımı söylemiştim. Acemi er eğitimi döneminden sonra jandarma okuluna "dağıtımımız" yapıldı. Bu okulda bana pedagoji bölümünden "ne" olarak mezun olduğum soruldu. Mesleğimi tanımlamam istendi. Nasıl bir tanım yapmışsam, meslek hanesinin karşısına "Pedagoloji Mühendisi" yazdılar. Eğitim bilimcilerin kendilerini kanıtlamak için meslekdaşlarına attıkları çamurları bırakıp, kendi mesleklerini tanımlamaları gereği her gün biraz daha artıyor. Ya doktor beyler, kendi mesleklerini bırakıp sosyal bilim temelleri olmaksızın eğitimciliğe bulaşanlar, Platon ile Eflatun'un aynı kişi olduğunu dahi bilmeden eğitim felsefesi yapmaya kalkan efendilere ne demeli. Bence kabile büyücüsü bile dememeli. Çünkü kabile büyücüleri saygın insanlardı ve şarlatanlığa soyunmamışlardı. Okul öncesi eğitimin zararlarından söz eden çocuk doktorlarının kulakları çınlasın. Biz onların işlerine burnumuzu sokmayız, ama onlar bizim salatamıza maydanozdurlar hep. Ülkemizde pedagojinin ergenlik bile değil, erginlik yaşadığı bir gerçek. Ne çocuk, ne büyük, kim ne sayarsa, o şimdilik. Tabiî ülkemize has bir anlayış bu. Hal böyle olunca ancak ticaretten anlayan (ticaret en çok film hilesini yedirme anlayışı olarak kesinlikle yerleşmiş durumda) anlamayan para kazanma niyetiyle ortaya çıkanların yaptığı bir iş haline gelince bizlerin anne babalara dert anlatma sorunu giderek artar hale geliyor. Sizlere uzun bir yakınmada bulundum. Bu yakınmayı tüm eğitim tarihinde bulabilirsiniz. Yaşam öykülerini okuduğunuzda. Eflatun'dan tutun, zavallı Pestalozzi'ye dek pekçok eğitimci saçlarını süpürge haline getirip faraşla birlikte yaşamlarını çöpe atmış gibi gelebilir size. Neyse biz korkmuyoruz, "demirden korksak trene binmezdik" diyelim; eğitim ve eğitim bilimini tanımayan velilerden ve çocuklarımızın olayları ile çözümlerinden söz edelim...
Kaynak: Yetişkinler İmparatorluğu - Sarp Bengü