Edebiyatımızın zenginleşme süreci
Öykü ve romanın gelişiminde ise, yazın akımları açısından benzeri karmaşıklık görülmez. Belki şiirin, öykü ve romana oranla daha bir söz sanatı olmasındandır bu. Bireysel ya da toplumsal, bir gerçekliği anlatır öykü de, roman da. Bir anlatıdır temelde. Bu nedenle gerçekçiliğin yorumlarına bağlı olarak tek, ama kalın bir çizgide gelişir. Yan çizgilerle dallanıp budaklanan, çeşitli arayışlarla zenginleşen bir süreçtir bu.
Önce de belirttiğim gibi, gerek Ömer Seyfettin gibi doğrudan Milli Edebiyat akımına bağlayabileceğimiz sanatçılar, gerekse sonradan bu akım içinde yer alan, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Halide Edip Adıvar, Refik Halit Karay gibi adlar gerçekçiliği benimsemişlerdir. Ayrım gerçekliğe bakış açılarında, gerçekliği kavrayışlarındadır. Konu seçimlernii, anlatım biçimlerini bakış açıları belirler. Buradan çıkarak, değişik gerçekçilik anlayışlarına bağlanan kümelerden, birbirine zincirlenerek gelişen koşut çizgilerden söz edebiliriz.
Zamansal sıralanmayı göz önünde tutarak bu gelişimi kısaca özetleyelim:
Nabizade Nazım’la başlayan ve Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın kimi yapıtlarında görülen doğalcılık, Bekir Fahri, Selahattin Enis gibi romancılarla sürer. Mehmet Rauf’ta ilk örneğini gördüğümüz psikolojik romanın izleyicileri ise Cemil Süleyman, Peyami Safa, Samet Ağaoğlu gibi sanatçılardır. Ama burada, ruh çözümlemesinin, ruhbilimin gelişmesi sonucu gerçekçiliğin bellibaşlı yöntemlerinden biri olduğu da belirtilmelidir. Nitekim Halit Ziya Uşaklıgil’den başlayarak Halide Edip Adıvar’ın ilk romanlarında (Seviye Talip, Handan gibi), Yakup Kadri’de, giderek Cumhuriyet dönemi gerçekçilerinde de ruh çözümlemeleri önemli bir yer tutar. Batılı örnekleri izleyen öykü ve romanın, gerçekçiliğin batıdaki gelişimine koşut bir çizgiyi sürdürmesi doğaldır.
Bir bakıma, romanın, İstanbul dışına çıkması, Anadolu’ya açılması da bu etkiye bağlanabilir. Bu yolda ilk ürünü veren Nabizade Nazım, gerçekçi yazına örnek vermek istediğini saklamaz zaten. Ama benzeri bir ürünün, Ebubekir Hazım Tepeyran’ın Küçük Paşa’sının (1910) gelmesi için yirmi yıl beklemek gerekecektir. Gerçi “Küçük Paşa” doğalcı bir roman değildir, ama Karabibik’ten sonra köyü konu alan ikinci romandır. Bir iki öykü bir yana, bu yolda üçüncü basamak Refik Halit Karay’ın Memleket Hikayeleri’dir (1917). Zincir, Yaban (1932), toplumcu gerçekçiler ve Köy Enstitülü yazarlarla sürer. Bu arada, memleketçi, Anadolucu yazının yüzeysel, duygusal bir gerçekçilikle sığ örnekler verdiği görülür.
Milli Edebiyat akımının öykü ve romana yansıyan bu olumsuz görünümünün altında siyasal oluşumların belirleyiciliğini aramak gerekir. Şiirde olduğu gibi, öykü ve romanda da, yenilgilerin doğurduğu karamsarlık ulusal duygulara, yurtseverliğe sarılmanın kurtuluş olarak görülmesine yol açmış, bu tutum dönemin yöneticilerinde de desteklenmiştir. İşgal yılları İstanbul’unun yozlaşmış, işbirlikçi ortamına karşılık, başkaldırının Anadolu’da filizlenmesi ise bu duygusallığı iyice beslemiştir (Yaban’ın, yayımlandığı yıllarda kimi çevrelerde büyük tepkiye yol açması bu düşün boşluğunu, gerçekle uyuşmazlığını acımasızca sergilemesindendir.). Cumhuriyet ve Cumhuriyet sonrası da, yenibir Türkiye’nin kuruluşu coşkusuyla anılan duyarlığı pekiştirir.
Özetlenirse, Sanatçının devlet tarafından korunması geleneğinin hala sürdüğü bu devirle, Cumhuriyet devrinin ilk döneminde sanatçılar, hükümetin hoşuna gitmeyecek gerçeklere değinmekten kaçınmışlar, bir çeşit tatlı su gerçekçiliği ile yetinmişlerdir.” (Cevdet Kudret).
Cumhuriyet döneminin başlarında bu gerçekçilik bir noktada aşılır. Yakın geçmişin, Meşrutiyet dönemi Osmanlı toplumunun ve gerçeklerinin konu alındığı yapıtlardır bunlar. Yakup Kadri’nin Hüküm Gecesi ile “Sodom ve Gomore’si, Reşat Nuri Güntekin’in Yeşil Gece’si, Halide Edip Adıvar’ın Sinekli Bakkal’ı bu yolda verilmiş ürünlerdir.
.ALINTIDIR.