BAŞARILI KADINLARI EŞLERİ ANLATTI
Kezban Hatemi, Müge İplikçi, Tracey Emin... Onları kendi ayakları üzerinde duran, başarılı kadınlar olarak tanıyoruz. Türkiye ve dünyadaki ünlü isimlerin eşleri, bu başarılı kadınların hikâyelerini anlatıyor...
HER BAŞARILI KADININ ARKASINDA BİR HİKâYE VAR
Erkeklerin başarı hikâyelerine alışkın bir toplumuz. Her başarılı erkeğin arkasında ona destek olan, gün boyunca çalışarak erkeğinin rahatını sağlayan bir kadın varmış gibi düşünüyoruz... Oysa modern hayat, ilişkinin iki tarafındaki isimlerin de toplumsal hayatta kendini var ettiği, çalıştığı örneklerle dolu. Kadınların karar verici konumlardaki varlığı da hızla artıyor. Bu yeni koşullarda da, alışkın olduğumuz çerçeve tersine dönüyor ve başarılı kadınları destekleyen erkeklerle karşılaşıyoruz. Yalnızca İngiltere, ABD, Fransa gibi gelişmiş ülkelerde değil, toplumsal rollerin ve eşitliğin hâlâ oldukça sorunlu olduğu Türkiye’de de başarılı kadınların hayatlarını kolaylaştırmaya çalışan, onların daha başarılı olmaları için çabalayan erkekler çıkıyor karşımıza. Biz de Türkiye’nin toplumsal hayatında öne çıkan başarılı kadınlardan bazılarının kapısını çaldık ve onların başarı öykülerini bir de eşlerinin anlatımıyla dinledik. Eşlerinin başarılı kariyerleri yüzünden hırslı kadınlar olarak resmedilmesine karşı çıkıyor, onların da erkeklerden farksız biçimde, sadece işini iyi yapmaya çalışan kişiler olarak değerlendirilmelerini istiyorlar.
KEZBAN KAFASINA KOYMUŞSA YAPAR
"Öğrencimdi Kezban. 1968 yılının sonlarıydı tanıdığımda. Ben doktor asistan olarak kürsüdeydim. İlk derste, kendine güveniyle en ön sırada, kırmızı paltosuyla oturuyordu. İlk görmem böyle oldu. Baştan beri güzel buldum onu. Şimdi de, her zaman o vasfı buluyorum. Ben 30’u bitirmemiştim ama Kezban 18’i bitirmiş o sırada. Üçüncü sınıfın yaz tatilinde işin rengi belli oldu. 1972’de Kezban’ın mezun olmasını bekledik ve o yaz 26 Ağustos 1972’de evlendik. Ben hep kendimi akademik hayatta gördüm, Kezban’ın da öyle olmasını istiyordum. Benim tesirimle asistanlığı istedi fakat Kezban’ı asistan almak isteyenleri önleme telkinleri yapıldı okulda; sevgi evliliği kıskanılıyordu! Kezban da bunun üzerine avukatlık yapayım dedi. Bende o sıralarda sevdiğim bir kızın avukatlık yapmasına tahammül edemeyeceğim gibi bir mantık vardı. Sen avukat olursan ’Sana bugün hangi yemeği pişireyim?’ diye sormazsın, romantik duygular kalmaz, dedim. O da stajını bitirdikten sonra iki, üç sene tahammül etti bu konuda. Nihayet, en fazla evden dava alırsan al dedim. Ama sürekli ’Peki ben boşuna mı okudum?’ diyordu. Ben de ’Peki başka bir meslek yap,’ derken şakalı ama kızdırıcı bir nükte yaptım. ’Bir tanıdık bulalım, eve çok yakın olan Erenköy Kız Lisesi’nde düdüklü tencere öğretmeni ol,’ dedim. O da ’Alay ediyorsun!’ diye kırılmıştı. Avukatlık benim korktuğum gibi onu biraz sertleştirdi. Ama avukat olup da romantiklik de korunabiliyormuş. Oğlumuz 1973’te ben askerdeyken doğdu. Mali şartlarımız bozuktu. Kezban asistan maaşıyla idare etmeye çalıştı. Evden dava alıyordu ama olmuyordu. Sonra ikna oldum, bir bürosu oldu Sıraserviler’de. Ama benim 1983 yılında 1402’lik olmam (12 Eylül döneminde YÖK tarafından görevime son verilmesi), okuldan uzaklaştırılmam Kezban’ı para kazanmaya teşvik etti. Birdenbire ortada tamamen parasız kaldık. Kezban avukatlığını meslek olarak görmede mecbur kaldı. Yedi sene sürdü 1402’lik durumum. Kezban birkaç sene sonra devamlı olarak benden iyi kazanmaya başladı. Benim çok fazla katkım olduğunu zannetmiyorum; kitap masrafımı karşılamak dışında. Ben para tutmasını da beceremem. O sebeple de zengin olduğum zannedilir.
BENİM İÇİN İMKÂNSIZ OLANI O YAPAR
Avukatlıkta elbette nazari hukuk bakımından ona yardımım oldu ve oluyor ama bu başarının arkasında ben varım diye övünemem; pratik başarıda benim hiç rolüm yoktur. Zaten ahlaka aykırı bir dava kabul etmez. Mesela bir düzenbazı savunmaz, derhal reddeder. Boşanma davası açanlarda ’Mümkün olduğu kadar fazla bir şeyler koparalım,’ duygusu sezerse onu da reddeder. Ayrıca hukuki bazı tehlikelerde soğukkanlılık ve beceriklilik gösterir. Kezban kafasına koymuşsa bir şey yapmayı, adadaki yetimhane teşebbüsü gibi, derhal gayet rahat başbakanı, belediye başkanını arayabilir. Benim için imkânsız şeylerdir. ’Aman şimdi ben bu saatte nasıl arayabilirim?’ derim. Her saat de benim için aranmaz saat olur; ’Ya kızarsa, bir şey söylerse?’ diye. Televizyondaki tartışmalarda son derece aktif ama bazen çok sinirli olabiliyor. Son bir senedir pek sinirlenmiyor. Benim ondan daha fazla sinirleneceğim haller oluyor. Ama biz iki hukukçu olarak çok tartışmayız. Ben umumiyetle lodos estiririm; biriktirip birdenbire patlama yaparım. Bende poyraz nadir olur. Hatta beni başkalarına, biraz da mübalağa ederek ’Ben kin tutmam, bu kindardır,’ diye takdim eder. Ben kindar olduğumu zannetmiyorum."
Hastalarından kalan vakitte çocuklarıma bakıyor
"3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra siyaseti bıraktım, 52 yaşımdaydım. 20 yılım parlamentoda geçti. Ancak cumartesi ve pazar günleri eve gelebiliyordum. İstanbul’a döndüğümde bütün yük Neşe’nin üstündeydi. Bir yandan çocuklara bakıyordu, bir yandan doçentlik tezini hazırlıyordu. Hiç şikâyet etmedi ama döndükten sonra Neşe daha rahatladı. O sırada profesör ve başhekim oldu. Tabii daha çok hastaneyle ilgilenmeye başladı. Marmara Üniversitesi Hastanesi o zaman parmakla gösteriliyordu. Uluslararası kongrelere katılma şansı buluyordu. Benim kariyer telaşımın olmaması tabii ki bir hafifleme yarattı evde. Bence birbirimize köstek olmadık, destek olduk. Biz 1991’de evlendikten sonra hemen ertesi gün balayına gittik Londra’ya. Bir de ev tuttuk, çünkü kadın doğum ihtisasının bir yılını orada yapacaktı Neşe. ’En iyi yere geldin,’ dedi Neşe’ye hocası, ’Çünkü burada ayda en fazla 60 doğum olur.’ Neşe ’Biz günde 60 doğum yapıyoruz,’ dedi. Günde 60 doğum yapan Zeynep Kamil Hastanesi’nden gelen bir öğrenci öyle deyince çok şaşırmışlardı. Ben hükümetteydim ama Neşe’yi Londra’da yalnız bırakmamak için her hafta perşembeden pazara kadar orada oluyordum.
BİLİM AKADEMİSİNDEKİ TEK TÜRK
’Neşe’nin başarısının ortağıyım,’ diyemem. Nasıl payım olabilir? En azından gece yarısından sonra gelen telefonlarına cevap veriyorum! Çünkü gece 02.00’de, 03.00’te sancısı tutar hastanın. Neşe gider. ’Merak etme, yarım saatte burada olurum,’ der. Hakikaten eli çabuktur. Neşe çok iyi kalplidir; hastalarından kalan vakitte çocuklarıma bakar! Biz hiçbir zaman kıskanmıyoruz tabii, çünkü Neşe’nin birinci önceliği hastalarıdır. Çocuklar da anlayış gösteriyor. Zaten ben üçüncü sıradayım, çocuklardan sonra. En son birlikte Amerika’ya gittik; Cornell Üniversitesi’nde, Dünya Bilim Akademisi’ne kabulü için bir seremoni vardı. Bir yabancı olarak söyleyeyim, orada, o sabah saat 07.00’de, 50 tane smokinli adamın içerisinde o seremonide olsaydım çok heyecanlanırdım. Orada tek bir Türkün, karımın olması beni çok gururlandırdı. Neşe’nin artık sadece hastaneye, İstanbul’a değil dünya tıbbına da katkısı çok büyük. Böyle bir çalışmayı durdurması ya da yavaşlatması, bırakın bizi, dünya için de iyi olmaz."
Bu ilişkide pantolon giyen Vivienne, etek giyense benim
"Vivienne’ı ilk gördüğümde görünüşü beni hayli şaşırtmıştı. Viyana Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki moda dersime gelmişti. En heyecan verici şey o konuşunca oldu: Sanki ruhum bedenimi terk etmişti. Çünkü biri benim yalnızken kendi kendime düşündüğüm her şeyi kelimelere döküyordu. Ben 25, Vivienne 50 yaşındaydı. Ama asla öğretmenimi baştan çıkarmadım; belki o beni baştan çıkarmıştır. Uzunca bir süre beraber vakit geçirdik; akşam yemeklerine giderdik, müzeleri gezerdik; sonra bir yerde bana bir koleksiyon için Londra’da onunla çalışıp çalışamayacağımı sordu. Ben de ’Evet, tabii ki geleceğim,’ dedim ve bir daha geri dönmedim. Bunlar 17 yıl önceydi. Şimdi evliyiz, beraber yaşıyoruz ve beraber çalışıyoruz. Her yıl dört koleksiyon hazırlamak çok stresli ve zor bir iş olabiliyor. Gerçekten gergin olabiliyorum bununla ilgili ama Vivienne çok sakin. Hiçbir şey umurunda değil. Ben düzen severim, o ise kaos; Vivienne, hâlâ anarşi kraliçesi’dir. Herhangi bir anlaşmazlık yaşasak da bu hiçbir şey ifade etmiyor. Çünkü bizim ilişkimiz güzel. Onunla yaşamayı seviyorum. Sanırım ilişkide pantolon giyen o, etek giyense benim. Vivienne’la ilgili en fenomen şey bence onun hem zekâsındaki hem de fiziğindeki enerji. Ben güçlüyümdür, zindeyimdir ama Vivienne her şeyde daima bana ayak uydurur; her gün stüdyoya bisiklet sürerek gideriz. Vivienne dünyayı gerçekten değiştirmek isteyen insanlardan biri; bazen yaşamı oldukça zorlaştırıyor. Ara sıra onun için de üzücü olabiliyor bu. İklim değişikliği ve dünyanın nereye gittiği konusunda çok içten kaygılanıyor. Tabii, Vivienne modada çok etkili ve giyinmenin, hayata bakışın başka bir yolu olduğundan insanlara bir seçenek veriyor. Vivienne’la nereye gidersek gidelim, kiminle olursak olalım, onu herkesten çok beğenirim. Her zaman. Geçenlerde New York’ta bir partideydik; bütün New York kadınları oradaydı ve Vivienne sadece gülümsedi, ben de ’Kimse onun gibi değil. Hiçbiri yanına bile yaklaşamaz,’ diye düşündüm."
Edebiyatçı kimliğini yaşaması için çok şey feda etmeye hazırım
Gazeteci Ruşen Çakır (47), yazar eşi Müge İplikçi’yi (43) anlatıyor:
"1987 yılında Tempo dergisinde haber müdürüydüm, Müge de orada muhabirlik yapıyordu. O zaman tanışmıştık ama arkadaştık. Yıllar sonra birlikte olduk, 1996’da evlendik. Tempo’dayken öyküler yazdığını biliyordum ama ilk kitabı Parende biz birlikte olduktan sonra 1998 yılında çıktı. Müge de gazetecilik yaptı, haklı olarak sevmeyip bıraktı. Gazeteciliğin birtakım kuralları, sınırları var. Bu sınırlar Müge’ye dar geliyordu. Çok kişi kendini yazar, edebiyatçı olarak görebilir ama Müge gibi edebiyatı gerçekten kimlik olarak, meslek olarak (para kazanmasa bile), doğrudan doğruya yaşam tarzı olarak seçmiş insanların sayısı çok değil. Böyle bir edebiyatçıyla birlikte olmak hem zor hem de güzel. Şöyle bir sorun var: Yaptığım siyasi gazetecilikten ötürü ve Türkiye’de politika ve medya çok önde olduğu için ben daha fazla öne çıkabiliyorum. Buradan genellikle edebiyatçıyı küçümseyip gazetecilere önem atfedebiliyorlar ama yanlış yapıyorlar. Benim yaptığım ve onun yaptığı kıyaslanamaz bile. Bazı durumlarda yaptığım işlerin gazeteciliğin de ötesinde bir şeylere hayırlı olduğunu düşünebilirim ama hiçbir zaman bir edebiyat eserinin insanlara verdiği şeyi verme imkânımız yok. Normalde yerlerin toplumsal prestij anlamında da değişik olması lazım. Bir adaletsizlik var. Bu eve şöyle yansıyor: Ben daha yoğunum. İstanbul dışına, yurt dışına çıkmam gerekiyor. Bu birtakım yüklerin Müge’nin üzerine kalmasına yol açıyor. Bu da tabii edebiyata yönelik çalışmalarını olumsuz etkiliyor. Müge’nin edebiyatçı kimliğini daha rahat, güzel yaşayabileceği ortamlar için kendimden birçok şeyi feda etmeye hazırım.
YAZDIKLARINI İLK BEN OKURUM
Müge’nin yazdıklarının hepsini ilk okuyan benim. Üzerine yorum yapmak haddime düşmüyor. Özellikle hazırlık aşamasındayken tartıştığımız şeyler oluyor. Mesela Kafdağı romanı, biz Amerika’dayken yazıldı. El Kaide olayları vardı orada. Benim alanım olduğu için o konuda kendisine bir şeyler anlattım. O anlamda katkım oluyor ama onları başka yerlerden de bulabilir. Müge’nin feminist olması, esas olarak kadınları yazıyor olması çok önemli bir duruş. Bundan dolayı bazı insanların onu eleştirdiğini, yadırgadığını biliyorum. Ama pes etmedi. Çünkü ’Yazarın, edebiyatın kadını erkeği olmaz,’ diyenler, kadınlara yönelik negatif ayrımcılık yapıyorlar. Üstelik meşhur kadın yazarlar yapıyor bunu. Kadınlık kimliğine sahip çıkmayarak prim yapmaya çalışıyorlar. Türkiye’de edebiyatı birileri piyasa üzerinden yapıyor. Kendi imajlarını yazdıklarından önce pazarlayanlar var. Bereket Müge onlardan değil. PEN’de Kadın Yazarlar Komitesi’nin başkanlığını yapıyor Müge. Kadın yazarı kimliğine sahip çıkması, öne çıkartması da çok önemli. Edebiyatta kadın meselesine kafayı takmış biri. Artı olarak görmeli bunu."
Onun gibi ayakları üstünde durabilen az insan var
Fotoğrafçı Scott Douglas (41), sanatçı eşi Tracey Emin’i (46) anlatıyor:
"Dört yıl önce Tracey ile ilk çıktığımda insanlar ’Korkmuyor musun?’ diyorlardı. Ben de ’Tam tersi,’ diyordum. Çoğu insanın Tracey Emin’i algılayışıyla benim tanıdığım Tracey aynı değil. O aşk dolu, sadık ve dürüst biri. Her zaman çok tatlıdır; eski bir arkadaşımın izini bulmak için üç ay harcamıştı mesela. Gergin olduğunda bunu içinde tutamaz. Fakat artık o kadar tepesi atmıyor. Özür dileyecek kadar yüce gönüllülük de gösteriyor. Onun gibi sert eleştirilere maruz kalıp kendi ayakları üzerinde duran çok az insan var. Onun bir halkla ilişkiler uzmanı olması gerektiği gibi bir algı var ama Tracey kesinlikle yönetilemeyen biri bence. Bir sanatçı olarak kendine karşı çok dürüst. Sanat onun için bir kurtarıcı olmuş hep. O benim en iyi arkadaşım. Her yönüyle harika bir kadın. İnsanlar onunla tanıştıktan sonra ’Şirin biri,’ derler, ben de ’Evet, öyledir!’ derim. "
Benimle bir daha sevişmeyecek misin?
Yönetmen Taylor Hackford (64), oyuncu eşi Helen Mirren’i (64) anlatıyor:
"Bir erkek ve bir sanatçı olarak beni tahrik eden şey yetenektir. Benim Helen’a olan ilgimde onun mükemmel bir oyuncu olmasının önemli bir payı vardı. Çok seksi bir kadın olmasının etkisi yoktu diyemem. Onu önce Kaliforniya’da bir gösteride seyrettim. Üç dört yıl sonra White Nights (Beyaz Geceler) filminde Mikhail Baryshnikov’la bir rolde oynaması için çağırdım onu. Gelmiş ama geldiğinde biz geç kalmıştık, dışarıda sandviç yiyorduk. Geri döndüğümüzde sinirden köpürüyordu. ’Senaryoyu okuyacak mıyız, okumayacak mıyız?’ dedi. Tabii ki çok güzel okudu ve hiç nazik olmadığı halde rolü kaptı. Geçen yıl Love Ranch’de birlikte çalıştık. Sete ilk geldiğinde grip oldu. Her gece öksüren biriyle uyumak, ertesi gün ondan kalkmasını ve dondurucu soğukta çalışmasını istemek zordu. Ama gerçekten inanılmazdı. Karım sette lider; onun gibi starın filmlerimde olması hediye gibi bir şey. Mirren’ın güçlü yanı korkusuzluğu. Nevrotik bir oyuncu değil. Beni hep şaşırtabilir. Stephen Frears’ın filmi The Queen’de (Kraliçe) rol alması inanılmaz zor bir karardı onun için. Onu sette ziyaret etmemiştim, Venedik Film Festivali’ne dek de nasıl oynadığını izlememiştim. Perdedeki ilk görüntüde portresinin yapılması için poz veriyordu, üzerinde görkemli, uzun elbisesi vardı. Şaşkına döndüm. Gülmeye başladım, Helen ise ’Şşşt! Kes şunu!’ diyordu. Nihayet kendimi filme kaptırmışken, kulağıma eğilip, ’Sevgilim, benimle bir daha hiç sevişmeyecek misin?’ dedi."
Yazan : İlknur Aydoğan
Kaynak : www.sabah.com.tr