Sovyetler Birliği'nin çöküşü ve soğuk savaşın sona ermesinden sonra, birçok düşünür yeni bir dünya düzeni
için kuramlar geliştirdi. Bir düşünüre göre "tarihin
sonu" gelmişti; bir diğeri ise artık dünyamızda "etnik
ve kültürel çatışmalar" devrinin başlayacağını
muştuluyordu!

Kapitalizmin zaferinin kesin ve tartışılamaz olduğu,
bundan böyle dünyayı küresel piyasanın yöneteceği
kibirle ilan edilmişti. Oysa, artık kapitalizmin
önünde siyasi bir ideolojiden çok daha güçlü bir engel,
doğa engeli vardı.

1992 Rio Çevre Zirvesi'nden "sürdürülebilir kalkınma"
kavramı doğdu. Dünyamızın tek süper gücü olarak
kalan ABD, kalkınmakta olan ülkelerin geleceğe dönük
ekonomik özlemlerini bu kavram çerçevesinde gerçekleştirebileceklerini,
çevre koruması ve ekonomik kalkınmanın
birbirine zıt hedefler olmadığını öne sürüyordu.
Birleşmiş Milletler konuyu hala bu çerçevede ele
alıyor. Ama aradan geçen altı yılın bulguları bu hedefin
fazlaca iyimser ve gerçekleşmesi olasılığının çok düşük
olduğunu ortaya koymakta.

İşin püf noktası şu soruda gizli: Yoksul veya kalkınmakta
olan ülkeler ABD düzeyinde üretir ve tüketirlerse,
dünyamızın kısıtlı doğal kaynakları bunun için yeterli
olacak mı? Sorunun yanıtı kesin bir hayır. Üstelik
bu yanıt yalnızca militan çevrecilerden değil, uluslararası
siyaset ve ekonomi arenasının en yetkili sözcülerinden
de geliyor.