Potansiyeli Arttırma: Özürlülük Araştırmalarında Mikro-Sosyal Yaklaşım*
Yazar : Paul Gordon JACOBS**
Çevirenler: Mehmet ERGÜN***, Meryem ŞAKAR JEFFERIES****
** Viktorya Özürlülük Danışmanlığı, Avustralya
*** Sosyal Çalışmacı, Başbakanlık Özürlüler İdaresi Başkanlığı
**** Dr. Med.Vet., Sağlık Bakanlığı Refik Saydam Hıfzısıhha Merkezi Başkanlığı
ÖZET
Bu makale, post-modernitenin genel kavramları, damgalama, mağdurlaştırma, ihtiyaçlar teorisi ile gelecekteki araştırmalara yönelik önerileri içermektedir. Makro-sosyal kavramın kısa açıklamasının ardından mikro-sosyal analizlerin özürlülük açısından uygun olacağı düşünülmüştür. Sosyolog Anthony Giddens ve Psikolog Abraham Maslow bu alandaki önemli teorisyenlerdir. Bu makale özürlü hakları hareketlerinin politik eylemcilerinin söylemleri ile belirtilen teorilerin bağlantısını vermeyi amaçlamıştır. Bu eylemciler içerisine Tom Shakespeare, Michael Oliver, Colin Barnes ve Lerita Coleman bulunmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Mağdurlaştırma, kendini gerçekleştirme, post-modernite
Giddens’in post-modernite kavramının odağında geleneksel ve geleneksel sonrası düşünceler yer almaktadır. Bu genel konular modern çağ öncesi toplumsal teorilerin ve doğanın çarpıtılmasına kadar gitmiştir.1 Geleneksel toplumlarda biçimlenmiş, karşılıklı etkileşim ve paylaşım rolleri olan mekanik dayanışmalar mevcuttur. Geleneksel yöntemlerde düşüncelere baskı, suçlama hatta bireysel özerkliği yok etme eğilimi vardır. Baskıya yönelik benzerlikler işin doğasındaki bir başka özelliktir (Giddens, 1996:126). İnsan ruhunu tam olarak öğrenebilmenin çok zor ve karışık olduğu varsayılmaktadır. Kişinin yaşamında meydana gelen olaylar kader veya alınyazısı olarak değerlendirilmekte ya da kişinin elinde olmayan nedenlerden dolayı ortaya çıktığı düşünülmektedir. Keyfi ve baskıcı eğilimler, geleneksel baskılar, kör inanç, sadakat veya kader nedenine dayandırılmaktadır. Daha geniş anlamda, kişinin eleştirisel düşünme gücü kişiler kendilerini görülmeyen güçler tarafından kontrol edildiğini düşündüğünden dolayı etkisiz kalmaktadır. İnsanların egemen fikirlerin bir tehdit mi yoksa bir sapma mı olduğunu sorgulaması tesadüfî değildir.
Tom Shakespeare’in (1997:34) “Kişisel Trajedi Teori”si gittikçe etkisini azaltmakta “özürlülerin hareketliği de büyük oranda bunu ispatlamaktadır”. Hareketlilik makro- sosyolojik olgunun en önemli anahtarıdır ki; Giddens bunu gelenekten uzaklaşma olarak tanımlamıştır. Gelenekten uzaklaşma geleneksel ya da geleneğe bağlı baskıcı davranışların sorgulanmasını gerektirir. Geleneksel sonrasında sosyal düzen (toplumsal uyum, hiyerarşi) yok olduğundan bu durum söz konusu edilmez, bu ancak geleneksel statü değişirse oluşabilmektedir (Giddens, 1996:5).
Gelenekselden uzaklaşma büyük ölçüde ekonomik olgudan farklı olmayan küreselleşme ile ortaya çıkmıştır. Gelenekselden uzaklaşma baskısını devam ettiren toplumlar, büyük oranlarda yansımalarını güçlendiren toplumlardır.2 Toplu taşımanın ortaya çıkması ve ani küresel iletişim bundan genel olarak sorumludur (Giddens, 1996:4). Küreselleşme her geçen gün sosyal etkinlikleri gelenekten uzaklaştırmayı yaygınlaştıran bir süreci etkilemektedir. Değişimler adlandırılmasa da bu gelişmelerin devam edeceği görülmekte, ayrıca ortak payda dışında farklılıkların değişmeyeceği anlaşılmaktadır (Giddens, 1996:7, 42).
Sonuç olarak, Giddens (1996:7) yoğunlaştırılmış yansıtma dünyasında daha çok özerklik isteyen insanların “zeki insanlar grubu” olduğuna inanmaktadır. Feminizm bir örnektir. Geleneksel toplumlar kadınların özerkliğini kısıtlamaktadır. Feminizm hareketi beraberinde kadın eğitimini de getirmesi, kadının geleneksel tarzını ve bilinçliliğini daha fazla etkiledi. Özellikle batı ülkelerinde kadınlar bireysel ve cinsiyet yönünden kendilerinin daha iyi geliştirme haklarını savunmuşlar, geleneksel açıdan hiçbir şeyin etkisinde kalmamayı başarmışlardır. Cinsiyet yönünden ikinci bir gelişmeyi sağlayan feminizm, kadınların gerçek bakış açısı ve rollerine daha da derinlik kazandırmıştır. Gerçekten bu yöntem kadın statüsünü değiştirmiştir. Gittikçe artan bir oranda onların sosyal alınyazılarını veya kaderini kendi kontrolleri altına almıştır (Giddens, 1996:82). Yaşam politikası ile ilgili olan bu yöntem, “hayatı şans değil, bir yaşam tarzı” olarak değerlendirmektedir (Giddens,1996:14).
Geleneksel sonrası dönemde kişisel kimlik sosyal yapılanma yerine daha çok psikolojik açıdan gelişmiştir. Kimlik genel olarak beden ve tepki yansımaları olarak ortaya çıkar. Kişinin yaşam tarzının incelenmesinde kişinin kimliği “keşfedilen, oluşturulan ve devam ettirilen dönemlerden oluşmaktadır” (Giddens, 1996:82). Bu da insanların kendi yaşamlarını kişisel özgürlükleri ve üretkenlikleri bağlamında kontrol edebileceğini göstermektedir.
“Rarely” (Nadiren) yazarı Fiona Campbell (2001:1), “en egemen güç varlık bilimi olduğunu vurgulayarak, ‘özürlü insanların’ üretildiğine dikkati çekmektedir.” Michael Olivers, “Kişisel Trajedi Teorisi”ni özürlülüğün bir aforozu olarak nitelendirmekte, kişisel anlamda oluşumunu tesadüfî bir olgu olarak, kişisel şanssızlık olarak değerlendirilmektedir (Campbell, 2001:1; Oliver, 1996:32). Bu yalnızca sağlık sektörünü değil, medya ve günlük yaşamı da etkilemektedir.
Teori, özürlü insanın dönüşümü olmayan sabit fiziksel ve duygusal özelliğe sahip olduğunu da vurgulamaktadır (Barnes & Oliver, 1993:8). Her nasılsa, özürlüler çok az insani değerlere sahiptir ve kesinlikle özerk olamazlar. Bu damgalama yanlıştır (Oliver, 1990). Zola (1982) bunun yüzeysel oluşumlara ve özürlü olmayanlarla özürlüler arasında engeller oluşmasına neden olduğunu ileri sürmektedir. Bu durum farklı bir kültürel üstünlük olarak değerlendirilmekte, “büyük ölçekte yararlı bir kaynak” olarak belirtilmektedir (Barnest & Oliver, 1993:8) Ayrıca, Campbell (2001:2) açıklamasında, özürlülerin “Kişisel Trajedi Teori”si nedeniyle yaratılışın tahammül edilemez aynı zamanda önemsenmeyen ve dışlanan kişiler yapıldıklarını Michael Foucault’un ‘düşüncesizler’ kavramı ile ortaya çıktığını belirtmektedir.3
Gittikçe artan şekilde, Shakespare özürlü insanların geleneksel özürlülük modellerini sürekli sorguladıklarını belirtmiştir. Lerita Coleman’ın (1997; 221) açıklaması şöyledir:
“Geleneksel yaklaşımın sosyalleştirme yönlendirmesi… insanları ileriye yönelik anlayıştan uzak, basmakalıp bir şekillendirmeye veya damgalamaya yönelik bir anlayıştır… insanların gruplandırılmasını, damgalanmasını ele alan bu yöntemler yanlıştır.”
Coleman’ın sosyal algı yöntemi ile ilgili olarak Giddens ve Maslow arasında bağlantı kurulabilir. Coleman’ın geleneksel yaklaşımı, ‘üstü kapalı olarak’ özürlülüğün tıp, medya, işgücü ve kapsamlı günlük aktiviteler alanlarında yoğun olarak devamının sağlanmasıdır. Baskın gelen bu düşünceler, çoğunlukla olumlu işbirlikleri aynı zamanda gelenekselliği kabul etmeyen büyük ölçekli tepkisel yaklaşımlarla yer değiştirmiştir.
Mağduriyet ve Damgalanmanın Rolleri
Politik eylemlerle ilgili olmasına rağmen, Michael Oliver’in yasal sistemi politik silah olarak kullanmada isteksiz olması düşüncesine katılınabilir. Bu yaklaşım yasal yaptırımı olan haklar gibi, görüşülüp tartışmaya açılmadan keskin yargılara, ayrıca sosyal eşitsizliğe neden olacak yan etkilere neden olabilir (Bickenbach,1997:105; Oliver,1990:105-106,121-122). Birçok sosyal yapılanmaya hizmet eden makro-sosyal yaklaşım, özürlü insanları üretici konuma da getirebilir. Shakespeare’in (1997:31) yazdığı politik eylem, “sosyal değişime katkı verecek önemli bir yaklaşım olabilir”; çünkü “burada özürlüler ana konu olarak verilmekte, ancak özürlülerle ilgili çok az deneyim sahibi olduğumuz da vurgulanmaktadır.” Sonuç olarak özürlüler “ayrımcı politikalarla ve sosyal azınlık olarak değerlendirilerek toplumsal bölgelere ‘gettolaştırılmaya’ gönderilmektedir “(Shakespare 1997:31). Buna ilave olarak özürlü insanlarla ilgili deneyimlerin kullanım alanı daha azdır. Shakespeare (1997;34) “politik eylemleri, entelektüel düşüncelerle karşılaştırmadan yeterli yararın elde edilemeyeceği konusunda uyarmaktadır. Özürlülük hâlâ teorik düzeyde tartışıldığından eylemlerin uygulamaya yönelimi yavaştır”.
Kültürel sessizlik bir sorun olarak Paula Freire (1993;12) tarafından dezavantajlı azınlık grubu kabul edilen özürlülere yönelik bir baskı olarak görülmektedir.
Bu baskılar ve bilinçlilikten uzaklaşma eleştirisel düşünme gücünü ve kendisi için gerekli şartları değiştirmesini de engellemektedir. Sosyal dışlanma onları yaşamsal kaynaklar, isteklendirme ve ifadelerini rahatça söylemelerinden yoksun bırakmaktadır.
Oysa ‘kültürel sessizlik’ güçsüz durumundaki insanları baskılar karşısında konuşmalarını engelleyecek, farklı bir yöntem olarak ‘;kültürel sessizlik’ içindeki baskıcı kimseleri güçlendirecek, toplum içindeki önemli bir grup insanın marjinalleştirmesi ve savunmasızlığı konusunda konuşulamayacaktır (Jennifer Fitzgerald 1997;267).
Damgalama, benimseme veya anlamayı reddeden pasif bir saldırıdır. Sosyal kabulsüzlük veya uzak durma sadece “sosyal ölüm” değil aynı zamanda sosyal kontrolün veya korumanın bir idamıdır (Coleman,1997; Edgerton, 1967; Goffman, 1963; Schur, 1983; Scott, 1969). Bu aynı zamanda damgalanmayanların beklentilerini de ifade etmektedir. Yaşam tarzı ve duygusal olarak kendilerini geliştirmeleri gibi istek ve başarı elde etme arzularını engellemenin yanı sıra yaşamda varsa şanslarını da azaltmaktadır. Sonuç olarak, damgalanmış insanların “bağımlı, pasif, yardıma muhtaç ve çocuk gibi olmaları beklenmektedir”(Coleman 1997: 224). Buradan da mağduriyetin sosyal olgusu ortaya çıkmaktadır.
Açıklanan bu kavramlar bekli de kişisel düzeyde duygularını harekete geçirmede veya içgüdüsel güce hâkimiyette yetersiz olan bireyleri, gelenekselleşmeyen toplumlarda bağımlılığı teşvik etmeye yönelik bir anlam oluşturmaktadır (Giddens, 1996:175). Mağdurlaştırma feministlerin, küçük grupların ve damgalanmaya karşı olan bireylerin kafalarını karıştırmıştır. Ek olarak, mağdurlaştırmanın katı kavramının özürlülerle ilgili politik eylemler için kritik bir nokta olarak görülebilir. Mağdurlaştırma gettolaştırılan azınlık veya giderek artan sosyal hareket içerisinde meydana gelebilir.
Mağdurlaştırma sağlıksız bir bağımlılık ile iyi niyetli bir bağımlılık arasında bir bağ olabilir. Pek çok açıdan kişisel riskleri almayı reddeden ve birilerinin problem(ler)i üstleneceği düşünülen bir konudur. Farkında olarak veya olmayarak mağdurlaştırma sonsuz farklı boyutlarda nevrotik roller üstlenir. Deneyimler, kalitesiz yaşamı düzeltmek için boyun eğmenin hiçbir şeyin yapılamayacağı anlamına geldiğini göstermektedir. Kendini acı ile doldurmada, gerçek olmayan veya uyumsuz benzerliklerin sürdürülmesinde, ortak payda olarak toplum mağdurlarının diğerleri ile oynayacakları karşılıklı roller vardır. Onlar gerçek etkileşim veya sezgiler için kullanıma hazır yanıtlarla cevap vermezler (veya yanlışlıkla). Kopp (1971:117) “övgü ve acımanın tehlikeli süreçleri de yaratabilecek bir hareket olarak” ifade edilmektedir. Buna umutsuzluk ve diğer istenmeyen toplumsal davranışların kısır döngüsü neden olur.
Sosyal mağduriyetin faklı savunma davranışları bir şekilde o kişinin diğerleri ile normal ilişkilerden kaçışının anlaşılmasında bakış açısı olarak değerlendirilebilir. Onlar yeni tecrübeleri denemekten kaçınırlar. Risklerden korunmaya çalıştıkları için duygusal olarak gelişemezler. Sosyal mağdur bir şeyleri kaybetme riski yaşadığından ne kazanır ne de kaybeder. Bunun yerine ‘sonuna kadar’ ve başlangıç seviyedeki gelişmemiş bir dünyayla baş etmeye uğraşır. Pasif pozisyondaki ‘kazanım’ üretimsizliktir. Bu da genel olarak güvensizlik ve yaygın hayal kırıklığını getirir.
İnsanlar mağduriyeti davranışlardan kaynaklanan sorumluluklara karşı pasif, saldırgan yöntemlerle kendilerini temize çıkarmaları için de kullanılmaktadır. Özürlülüğü bireysel ya da azınlık grubu olarak tehdit gibi kullanan özürlüler, özürlülük durumunu bir sığınak gibi görürler. Coleman (1997:225, 228) bunu büyük ölçüde kişisel tercihin oluşturduğuna inanmaktadır. Damgalanan kişilerin özerkliklerine karşı bir diğer engel de, kişisel olarak temeldeki sorunların değil de mağduriyetten kaynaklanan kendi güçlüklerinin eleştirilmesidir. Diğer bir ifade ile kişiler damgalanmayı seçebilir ve bunun gerektirdiği engellere katlanılır ya da zorluklara karşı sorumluluklar üstlenir. Daha sonraki yaklaşım damgalanmış insan veya grupların tercih edilebilirliğidir.
Özürlülere karşı sosyal etkinin yeniden şekillenmesi ve değişimi için pozitif yöntemler potansiyel olarak mevcuttur. Aksi takdirde (büyük bir ihtimalle) özürlülerin sosyal konumu değişmeyecektir. Özerkliğin reddedilmesi, özürlülere karşı geleneksel ve algılanamamış tarzdaki yaklaşımları güçlendirecek, yaşam tarzı tercihlerinde yetersiz kalmalarına neden olacaktır. Mağdurlaştırmanın kültürel olgusunda, aşırı tutuculuğun doğasından temel alınan “geleneksel yöntemlerle, geleneksel savunmadan başka bir şey yoktur”(Giddens, 1996:48). Özürlülük olgularında, basmakalıp gelenekler zaman aşımına uğrasa da, politik grup olsun veya bireysel olsun devam etmektedir. Damgalanmış insanlar için diğer bir konu da normale yakınlaştırmadır. Onları normal gibi kabul edip, damgalanmamış insanlar ile uyum sağlama çabalarına karşın, özürlüler farklılıklarını gizleme girişiminde bulunabilir (Coleman,1997; Devis, 1994; Goffman, 1963).
Potansiyel Gelişimde Risk Derecesinin Önemi
‘Potansiyeli en yükseğe çıkarma’ terimi ‘özürlülüğün üstesinden’ gelmek ya da ‘normal olmaya’ çalışmak gibi anlamlarla karıştırılabilir. Her iki düşünce batı toplumlarında özürlülüğe bakışın geleneksel yöntemleri olmaya devam etmektedir. “Zorluğun üstesinden gelen bir başarı gerçeğe daha yakındır”. Bununla birlikte benlik sonsuza kadar devam eder. Bu nedenle zorluklar karşısında tamamlanan bir nokta ya da kesin bir kısa başarı süresi yoktur. Bunun yerine Maslow’un da belirttiği gibi ‘üst deneyimler’ vardır. 4
Maslow’un fizyolojik teorisi sorunlu veya ‘organ bozuklukları’ olan yaratıcı, üretici yaşamıyla dikkat çeken insanlarla yaptığı araştırmalardan ortaya çıkmıştır. İhtiyaçlar hiyerarşisine göre açıklanırsa fizyolojik gereksinimler (açlık ve susuzluk) ve güvenlik gereksinimi (fiziksel güvenlik ve duygusal istikrar) piramidin temelini oluşturur. Ardından gelen ihtiyaçlar; ait olma gereksinimi (sosyal kabul ve sevgi) sevgi, sevecenlik gereksinimi (sevme, sevilme) saygınlık gereksinimi (itibar ve başkalarından saygı görmek) ve kendini gerçekleştirme gereksinimi piramidin en üstüdür. Bütün bunlar bireyin kendi potansiyeline ulaşma çabalarıdır. Maslow’a göre birey bir kategorideki ihtiyaçları tam olarak gideremeden bir üst düzeydeki ihtiyaç kategorisine, dolayısıyla kişilik gelişme düzeyine geçemez.
Maslow açıklamasında Abraham Lincoln, Thomas Jefferson ve Eleoanar Roosevelt’ in bazı ortak özellikleri paylaştıklarını belirtmektedir. Bu özellikler kişisel kabul farklılığı görme, doğallık, açıklık, cömertlik, yeterlilik ve başkalarının inançlarına engel olmamayı içermektedir. Onların odak noktasında kalan öncelik konusu kısa süreli memnuniyetlerden ziyade uzun süreli memnuniyetlerdir. Kendinden emin olanların ilgi alanları benmerkezci değil, problem merkezlidir (Maslow, 1970: 480).
Maslow hoşnutsuzluğun insanın eksik yönlerini görebilmeye teşvik ettiğini iddia etmektedir. Damgalanan mağdurlar genellikle hiyerarşinin alt düzeyinde sıkışarak genellikle bağlılık, koruyuculuk ve etkileyicilik yönünde çaba sarf ederler. Bu olumsuz (karşıt) etkilere neden olabilir.
Temel ihtiyaçlarını karşılayabilen bir kişi, kişisel bir amaç için çok fazla mücadelede zorlanmayacaktır. Bu konuda katı düşünmek ya da ümitsizlik yansıtmak yerine kendini gerçekleştirebilen kişi doğal olarak diğer kişilerle koşullanmış ya da yüzeysel olmayan başarılı ilişkiler kurabilir. Onlar benmerkezcilikten vazgeçip büyük bir istekle sevecen olmaktadır. Gerektiğinde kendini gerçekleştiren kişi alışılmadık olmaya cesaret edebilir. Diğer insanların ne düşündüğü de o kişi için önemli değildir; çünkü o kişi gerçeklere ve güçlü bilgilere sahiptir. Kişilerin önyargılarının niteliğine bağlı olarak özel ve gerçek öz benlik, bazen düşmanca, dostça olmayan ve kendini beğenmiş bir görünümle yansıyabilir. Fakat samimi birey bencil olan ve olmayan arasındaki çizgiyi ile ‘yapmalıyım’ ve ‘benden ne beklenir’ arasındaki çizgiyi bilir (Kopp, 1971:142). Aksi takdirde gelişim tercihi baskın çıkarak korku seçimine dönüşebilir. Bazı kişiler el falına, yıldız falına veya tarot kartlarına göre hareket eder. Bu insanların geleceği görebilecekleri başka güvenli yollar vardır. Bağımsızlığa doğru harekette5 gelecek herhangi bir yerde değil, özürlülerin liderliğinde özürlülerin ne yarattığı ile ilgilidir.
Özürlülerin kendilerini gerçekleştirmesinde önemli bir tamamlayıcı unsur ‘riskin ciddiyeti’ dir. Riskin önemi özerklik hareketiyle bağlantılıdır. Risk almanın da önemi vardır. Çünkü risk alarak önemli bir sonuca ulaşılır, bu başkalarının yardımıyla ya da kişinin kendi gayretleriyle olabilir. Ciddi risk, gözü karalık veya aşırılık değil; hesaplanabilir bir risktir. Gerçekçi amaçlara ulaşmayı başarmak kendini gerçekleştirmek için hayati unsurdur; çünkü riskler kişisel keşfi geliştirmektedir. Kişilik savunmasıyla kilitlenmiş olmaktan daha çok, riski göze alan özürlü bir insanın damgalanma hissinden uzaklaşmasını sağlayan olanağı vardır ve daha güçlü bir kişilik gelişimini başarabilecektir. Riskin derecesi mağduriyetle tamamen zıtlık ifade eder, risk almak kişisel bağımsızlığa yönelimi sağlar.
Bir ölçüde gelecek korkulacak bir şey değildir ve daha iyi kontrol edilebilir. Kişi ‘yanlış» veya ‘doğru’ olumsuz düşüncelerden kaçınarak giderek artan biçimde risk alabilmeli; ancak tecrübelerini arttırmaya da devam etmelidir. Diğer yöntemler amaca uygun değil veya kötüye kullanımdır. Geliştirilen güvenle insanlığın tam bir parçası olan bağımsızlık daha iyi ortaya çıkacaktır.
Daha önce de vurgulandığı gibi damgalanmamış insanların damgalanmış insanları hor görmenin temelindeki duygular iki şekilde oluşmaktadır ki; bu yaklaşımlar sosyal olarak reddetme ve onlardan düşük düzeydeki beklentidir. Coleman bu durumların gizlendiğini belirtmektedir. Damgalanmış insanlar içlerindeki duyguları ifade etmekten sakınırlar. Normalin tanımlanmasını sorgulamak güç ve zahmetlidir. Normalliğin yeniden tanımlanması ile damgalanan kişi yeni konumlar kazanabilir ve kimliğini devam ettirebilir. Kendini gerçekleştirme ve özerkliğin kazanımı ile daha fazla kendilerinin farkına varırlar ve “kim olduklarının kabul edilmesini gerçekleştirebilirler” (Coleman, 1997:225).
50 yaşındaki Hero Joy Nightingale özerkliğin etkisine örnek teşkil etmektedir. Hero birçok özrü nedeniyle durumu sınırlanmıştır. Karmaşık hareketleri yapamayacak durumda ve nörolojik olarak tanımlanamayan bir sorunu bulunmaktadır. Hero konuşamaz, yürüyemez ve kendine bakamaz durumda ve yaşamı tekerlekli sandalye ile sınırlanmıştır. O’nun 1997 de Beyond The Window6 adlı internet dergisi bir toplantıyla İngiliz şehri Canterbury de yayına başlamıştır. Annesi Pauline tarafından kaleme alınan yazılarda, Hero’nun düşüncelerini avucuna parmakları ile harfi harfine heceleyerek gayretli bir biçimde nasıl ustaca ifade ettiği belirtilmektedir.
O’nun dergideki yazısından bir alıntı:
“Bazı yetişkinler beni doğduğumdan beri öldürdü, bazı yetişkinler beni yaşıyor olmama rağmen aşağıladılar, bazıları… beni daha önce aldığım günahlar için verilen bir çeşit ceza olarak gördü, bazıları da halime acıdı. Bunlar geçmişte özürlülükle ilgili hiçbir şeyi görmüş bilmiş değiller. Şunu göremiyorlar; gördükleri o insanlar da kendileri gibi farklı değiller.”
Altı yaşından beri okula devam edemediği için internet onun yaşamında önemi bir rol oynamıştır. Dört yıl sonra 7. sayısında dergi 77 ülkede yayınlanmakta ve BM Genel Sekreteri Kofi Annan ve yazar Margaret Atwood gibi önde gelen isimlerin de bulunduğu okuyucularıyla iftihar etmektedir. Hero izole olmaktan ve yabancılaşmaktan kendini kurtardı ve özürlülüğünün anlamını bilerek yazdı. Hero’nun sosyal yaşamı derginin başlamasından sonra çok gelişti. İnternet yoluyla özürlülüğü yok oldu, internet kullanırken özürlülüğünü hiç düşünmedi; yalnızca kendisi ve sesi önemliydi. Teknolojinin mucizeleri yardım etti. Aldığı riskin önemiyle Hero bilinen basmakalıp yaklaşımların üstesinden gelmiş ve potansiyel olarak kendini daha iyi geliştirmeyi amaç edinmiştir. O’nun internet macerası başarısız da olabilirdi ancak hiç risk almasaydı eskiden olduğu gibi pek çok insanla iletişim kuramayacaktı.
Yapılmayacak gibi görünen şeyler cesaret, destek ve teşvikle yapılabilmekte hatta daha da iyisi gerçekleşebilmektedir. Şöyle açıklanabilir; yetersizlik değerli olanaklar veya bir uyaran ile bireyleri daha yüksek başarılar elde edebilecek motivasyonlara yönlendirebilir. ‘Normal’ nedir? gibi sorularla zaten damgalanmayı reddetmenin birinci aşaması geçilmektedir. Yalnızca herhangi biri risk alarak girişimlerde bulunursa, kişisel sorumluluk alırsa, o kişi damgalanma ve geleneksel baskıların ‘üstesinden gelmeye’ başlayacaktır.
Damgalanan insanların içsel güçlerini geliştirdiklerine ve kendi kaynaklarına güvendiklerine inanılır. Kendilerini yeniden tanımaya başlarlar. Hatta daha önce reddettikleri damgalanmayı kişisel anlamda kabul etmeye başlarlar. Bu tartışmadaki düşüncelerin ana unsuru olan Ervin Goffman’ın (1997:209) bir multiple seclerotic (MS) olduğunu anımsamak gerekir.
Hem sağlıklı zihin hem de aynı zamanda sağlıklı beden özürlü kalabilir. İnsanlar arasındaki ‘normal’ görebilmek veya işitebilmek unsuru, görebilir veya işitebilir anlamına gelmez. Onlar mutluluğu göremeyecek kadar kör olabilirler, diğerlerinin nezaketlerini duyamayacak kadar sağır olabilirler; bunlar düşünüldüğünde yetersizlik veya özürlülük bunlardan daha fazla kötü değildir.
Özürlü olsun ya da olmasın insan ‘olgunlaştıkça’ özürlülüğün sadece fizyolojik duygu ya da fiziksel bir problem olmadığını görür. Bütün insanların yaşamlarındaki bazı anlarında, görülmeyen duygusal nedenlerle engellendiği de görülebilir. Bu dalgalanmalar normalitenin kendisidir. Giddens’in de (1996:192) ifadesinde, kendini gerçekleştirme bireysel gayretlerle sağlanır:
“…bir kişinin özsaygı ile gelen içsel kendine güven ve yaratılıştan gelen güven, güvenin temelini oluşturur. Sosyal farklılıkların pozitif olarak artmasına imkân verir. Bu da kişinin mevcut kararlı deneyimlerini, potansiyel tehlikelere karşı daha iyi bir şekilde kullanmış, çevirmiş olması anlamına gelir. Kişisel amaç, riski etkisizleştirmeye çalışmaz ya da ‘problemi bir başkasına vermeye çalışmaz’. Risk kişisel olarak kendini gerçekleştirmenin oluşumunda aktif değişimlere karşı koyar.”
Kişisel gelişimin, özsaygının, içsel güvenin veya varoluşun, yaşamı harekete geçiren unsurlar olduğu farz edilmektedir. Mihay Csikszentmihalyi’nin ifadesiyle ‘mutluluk önemli bir şey’ veya ‘bir şansın sonucu ya da rasgele’ bir şey değildir (Csikszentmihalyi, 1992:2). Bu görüşe göre mutluluk dış faktörler ya da olaylarla çok fazla değerlendirilemez; bunu kendi yaklaşımlarımızla kazanır, şartları hazırlar, kendimiz oluşturur ve yorumlarız. Mutluluğun iki düşmanı vardır; bunlar geri dönüşümü olamayan acıklı, çaresiz olarak görülebilen manevi değerlerin bozulması, gelişmemiş duygusal geçmiş veya fiziksel bağımlılıktan kaynaklanan zorlayıcılıktır. İkinci neden mali, duygusal veya fiziksel ihtiyaçların eksiklikleri için fazla bir şey yapılamaması, bununla birlikte yaşam gerekliliklerine bağlılığın çok fazla reddedilmesi veya iptali olarak yorumlanabilir (Giddens, 1996:192).
Geleneksel sonrası sosyal sorumluluk, kişisel tercihlerdeki olmak veya olmamak durumu dış dünyayı kontrol etmekten ziyade iç dünyayla ilgilidir. Arkadaşlığın oluşumundaki isteksizlikle iş, kişisel akıl ve fiziksel iyilik hali gibi gerçekleri önemsememek insanlığı anlamsız kılar ve dünyadaki yaşam hiçbir şey ifade etmemeye başlar (Giddens 1991:9). Modernitenin son hali ‘fiziksel problemlerin ana neden olarak yayıldığına ve karakteristik olduğuna inanmaktadır’. Sorumluluğun alınması ya da kişisel seçimin başarıyla yönlendirilmesi kararlı işbirliği veya işbirliğinin yaratılmasına bağlıdır. Kararlılık, kişileri yaşamın amaçlarına, bireysel olarak güçlüklerle mücadeleye ve yaşamda karşılaşılan zorluklarla veya olaylarla baş etmeye yönlendirir. Kararlılık kişisel gelişim ve zaman içerisinde alınan sorumlulukları devam edebilme kapasitesine de odaklanır (Giddens, 1996:192).
Birey mantığa aykırı gibi görünen sonuçları almaktan korktuğu için onun yerine kişisel etkileşimlere özen gösterir. Kişi kendisini bireysel olarak ayırdığı için daha güçlü hisseder. Bireysel amaç kişinin bireysel enerji potansiyeli ölçüsünde büyüyecektir. Çünkü kişi ve sistemin oluşturduğu birliktelik kişisel olarak da karmaşık düzeyde ortaya çıkacaktır…(bu, bununla beraber) kararlılık ve disipline ihtiyaç gösterir. En büyük deneyim bir hazzın tecrübesi sonucu değil, yeteneklerin geliştirilmesi, kapasitenin güçlenmesi ve kişiyi tek yapan özellikleridir (Csikszentmihalyi, 1992:212-213).
Barnes ve Oliver’e göre potansiyelin en yükseğe çıkmasında problemler bulunmaktadır. Onlar problemli insanların uyum sürecini mümkün olduğu kadar normale ulaşma süreci olduğunu iddia etmektedirler. Bu baskı daima düşmanca bir çevre ortamı yaratır. Diğer taraftan özürlülerin durumlarını bireysel çabayla üstesinden gelmeye çalışmaları, “kayıtsız, ilgisiz kalan gruba yol gösterici örnek yapmaktadır” (Barnes & Oliver, 1993; Reiser & Mason, 1990). Suzan Wendel (1997:271) bu kişiler halktan büyük ilgi gördükleri için ‘özürlü kahramanlar’ olarak değerlendirilmektedir: “Çünkü onlar genel olarak olağanüstü şeyler başarmışlardır.” Buna ek olarak Lennard Davis (1996: 1) büyük bir grubun özürlüleri bireysel yetenekleri, sosyal işlevleri veya statüleri olmayan bireyler olarak görmekte olduğunu ifade etmektedir. Oysa bu kişiler özürlülüklerine rağmen ‘önemli başarılar’ göstermektedir.
‘Özürlü kahramanların’ ortaya çıkması, işlevsel bedene sahiplerin büyük ölçüde ebedileştirdikleri “bilim özürlü bedeni kökünden halleder” mitinin ‘iyi hissedilmesini’ sağlar (Davis, 1995:40). ‘Özürlü kahraman’ niteliğinde olmayanlar gerçek ‘özürlü’ ve ‘anormallerdir’. Gerçek şudur ki; onlar kendilerini korkulan, damgalanan ve dışlanmış kişiler olarak görmektedir. Çünkü “simgesel vücut kontrolünü yetersizliğinden bizi koruyacak bilmin ve tıbbın başarısızlığı olarak düşünmektedir” (Wendell, 1997:271).
Aynı düzeyde sosyal, mali veya bedensel işlevlerden yoksun olan pek çok benzer özürlü insan arasında ‘özürlü kahraman’ çıkması çok nadirdir. Maslow temel ihtiyaçların karşılanmasının onların kendi yeteneklerinin en üst düzeye gelmesi bakımından önemli olduğunu belirtmektedir. Bireyi ‘kutsallaştırma’ fikrinin yaratılması çoğu özürlü tarafından ‘ötekiler’ olarak algılanmaktadır (Wendell, 1997:271). Wendell batı kültürünün özürlülerin özgüveninde ısrar etmesinin, özürlülerin bağımsızlıkları ve kendi özsaygılarını kazanmalarında büyük yararlılıklar göstereceği fikrini eleştirmektedir. Dış faktörlere göre eleştirisel bakış sadece şimdiye kadar devam edegelendi. Gelenekselden uzaklaşan toplumlarda bireyler yeteneklerine göre hareket etmekte, “insanların tercihleri oluşamamakta; ancak yine de kendilerini ifade edebilen seçimler yapabilmektedirler” (Giddens, 1996:6,126). Bu aynı zamanda özürlülüğün oluşumunu ele alarak çevresel yönlerini, yaklaşımlarını da sorgulamayı ihmal etmemektedir.
‘Kutsallaştırma’ Wendell, Barnes ve Oliver tarafından belirgin bir görüş olarak verilmez. Özürlülerin potansiyel yeterliliklerini en üst düzeye çıkarmak yanlış mıdır? Alternatif nedir? Eğer yazarlar bu noktayı iyi tartışırlarsa, belki medyanın sunduğu özürlü kahramanlarla aynı düşünceden yana olunabilir. ‘İyi hissetme’ faktörü TV ve sansasyonel gazetelerce sıklıkla kahramanlık olarak ve ‘iyileşme’ deki rolün kişisel gelişimden ziyade tıbbi terapilerle olduğu delillerle verilmektedir. Alaycılıkla, hem bedence güçlü ve sağlıklı olanları özürlülerden ayırmada önemli rol oynamakta, hem de bilinen bilinmeyen başarı ve başarısızlıkları, iyi ve kötüyü, devamlı ve geçici olanı, biz ve onları yapmacık destekler oluşturarak yardım etmektedir. Özürlüler kesinlikle kendilerini acınacak durumda görmezler.
Pek çok özürlü birçok güçlüklerle karşı karşıyadır; ancak hala üretici olarak yaşamlarını devam ettirmeyi sürdürmektedirler. Onlar kendilerini kutsallaştırma gereksinimi duymazlar. Özürlü Hareketi her türlü özürlülüğe karşı yaşamı cazip hale getirecekleri konusunda önemli bir sorumluluk üstlenmiştir. Özürlülerin giderek artan şekilde yaşamla daha iyi mücadele edeceği, dinamik sosyal bir yaşam için gereken önemli becerileri öğrenmeleri gerektiği düşüncesi ortaya çıkmıştır. Özürlüler bireysel olarak bu değişiklikler karşısında daha kolay incinebilir.
Tartışma
Coleman (1997:229) genelde damgalanma konusunda çalışma yapmayan araştırmacılardan çapraz disiplinli işbirliği istemektedir. Bu da tarihçileri, ekonomistleri, antropologları, dil bilimcileri, sosyolog ve psikologları içermektedir. Onlar öncelikli olarak ‘damgalanan insanların bu itibarsız statülerinin nasıl üstesinden gelebilirler’ konusu ile ilgilenmeliler. Örneğin, psikologlar ve antropologlar işbirliği ile damgalama yapmış toplumlarla, toplum içinde damgalanmamış, başarılı bütünleşmelerin vaka inceleme çalışmalarını yapmalıdırlar. Daha da önemlisi damgalanmış insanların yeteneklerini ve kaynaklarını nasıl kullanabileceği konusunu daha iyi öğrenebilirler (Coleman, 1997:229; Halifax, 1979, 1982).
Mevcut özürlü eylemcileri ve teorisyenleri özürlüleri sınırlayan dış faktörleri bilirler. Bu temel bir bilgidir. Özürlü Hareketi’nde ortak bir grubun da belirttiği gibi özürlülerin farklılıkları bir üstünlüktür. Özürlülerin yaratılıştan gelen dayanılmazlığın üstesinden gelmede uzman insanlar olduğuna inanılmaktadır. İnsanların zorlanması çok önemli bir yaşamsal sorun mudur? Sadece aramızdan biri olarak görmektense bütün bir dünya olarak düşünüp paylaşmak daha değerli değil midir?
Kişisel düzeyde pozitif bir araştırma yapmanın zamanı gelmiştir ve serbestçe bunu paylaşıp özürlülüğün dayanışması oluşturabilir. İletişimin artırılması ile çok değerli paylaşım ve deneyimler gelecek nesillerdeki özürlülerin yeteneklerini kullanabilmeleri için yol gösterici olabilecektir.
Bu Maslow’un yöntemlerinin hemen hemen tam bir kopyasıdır. Aydınlanmaya odaklanmıştır. Paylaşılan ne gibi özelliklere sahiptirler? Öncü özürlü hakları hareketleri, sosyal ve sivil hakları hareketleri, geleneksel baskıların gelenekselden çıkarıp yenilenmesini hızlandıran bireylere sahiptir. Feminizm, yerli hakları, cinsel yönelimlere sahip kişilerin seçme ve seçilme haklarının yeni düşüncelerin oluşturulmasında çok geniş anlamda sorumlulukları bulunmaktadır. Önceleri ‘aykırı’ olarak görülenler, toplumda değişkenlik ve hoşgörüyü artıran güveni oluşturmaktadır.
Özürlülerin temel ihtiyaçları için daha fazla kanıt vardır. Özerklik reddedilmiştir. Çünkü Maslow’un ihtiyaçlar sıralaması tam olarak yerinde uygulanmamıştır. Bununla beraber kişisel politikalar ve kişisel gelişim özürlü araştırmaları düşüncesinde çok önemli rol oynayacaktır. Bu toplumsal düşüncelerin ve politik aktivitelerin ilerlemesini önemsememek değildir. Bu özürlü insanların deneyimlerinden çıkan bir sonuçtur. Bu onlara bireysel düzeyde de yetki vermektedir. Bu sosyal dünya içerisinde yürütülen karşılıklı dayanışmanın artmasıyla elde edilen bir yetkidir.
Dipnotlar
1. I want the reader to be aware that I am conscious that Giddens is not without his critics. He has been accused of underestimating complex relationships of the self in relation to the social world, in particular the inevitable practical restrictions individuals encounter. Also, he has a tendency to construct a view of the self as almost detached from social consttructs. (Tucker, 1997:7). Perhaps his glaring fault, something he concedes, is the recognition for financial, emotional and physical resources required to achieve selfactualization.
2. Reflexivity refers to not only intelligence, but mostly self-determination. Increased reflexivity in a population is therefore a macro-sociological concept. In a micro-sociological context a reflexive person is one who executes autonomy of action.
3. Campell(2001:2) describes Foucault’s ‘unthought’ inrelation to disabilities as: “The ongoing stability of ableism, a diffuse network of thought depends upon the capacity of thet network to ‘shut away’, to separte and cast out (unthink) disability and its relevance to the essential(ableist) human self”.
4. Peak experience are a subjective experiantial response commonly associated with the restrictive confines of religious
Kaynak:T.C. Başbakanlık Özürlüler İdaresi - Özürlülük Araştırmaları ve İstatistik Dairesi Başkanlığı