Benim adım Gülcan.
Bir sürü oyuncağım var. Sağım solum oyuncak dolu.
Örümcek adam kıyafetim bile var. Annem bunun erkek çocuklarına özgü bir kıyafet olduğunu söylüyor. Olsun, benim onlardan neyim eksik ki?
Oyuncaklarımın arasında bir de robot ailesi var. Anne robot, baba robot ve çocukları… Onları duvarın dibine boy boy diziyorum. Onlar benim korumalarım. Rüyama giren kötü canavarları onlarla korkutuyorum.
Ah, az kalsın unutuyordum; Bir de erkek kardeşim var; Adı Mertcan… O henüz bebek. Ama unutulacak gibi değil.
Mertcan mini minnacık bir bebek, ama maşallah evin her yanı onun. Ne yöne dönsem onun eşyalarını görüyorum. Evdeki üç gömme dolap, tıklım tıklım onun giysileriyle dolu. Mutfak da öyle: Mutfak dolabının beş gözü, onun biberonlarının, mama ısıtıcılarının, süt ve mama kutularının, vitaminlerin, şişe fırçalarının, mikrop öldürücülerinin işgali altında.
Oysa benim meyveli yoğurt kutusu koleksiyonuma ayrılacak bir santim bile yer yok… Şu anda tam iki yüz kırk sekiz tane kutu biriktirdim. Ben ne yapayım Mertcan? Bunca kutuyu nereye koyayım? Haydi söyle bakalım!
Bu çocuk doğduğundan beri anneme de bir haller oldu. Onu görenler aklını kaçırdığını sanır. Bütün gün Mertcan’ın beşiğine yapışıp kalıyor. Bu arada başını sallayarak; “Aguu, ingaa! Bıdı bıdı, gulu gulu! Mış mış, pış pış!” gibi anlaşılmaz şeyler mırıldanıyor. Bu gidişle annemin de bebeğin de sonu kötü olacak.
Geçen gün, annemi karşıma alıp şöyle dedim: “Aguu, ingaa! Bıdı bıdı! Gulu gulu! Mış mış! Pış pış! diye diye zavallı Mertcan’ın aklını oynatacaksın. Veya ikiniz birden keçileri kaçıracaksınız. Allah korusun, öyle bir şey olursa ben iki kaçığın arasında ne yaparım?
Söylediklerim annemin hoşuna gitmemiş olacak ki, önce bana ters ters baktı; ardından da yine “Aguu! İngaa! Bıdı bıdı.” demeye başladı. Yok yok, bu gidişle ona engel olamayacağım.
Sevgili Mertcan! Sen hiç merak etme; seni annemin deli saçmalarından kurtaracağım. Annem “ gulu gulu!” yaparak sana Türkçe öğrettiğini sanıyor. Hayır, bu işi ona bırakamam. Yarından tezi yok bu işi ben üzerime alacağım.
Mertcan’la ciddî ve ağırbaşlı bir sohbet yapabilmek için salonun kapısını sıkıca kapattım. Sonra Mertcan’a dönüp;
“Bak küçük adam,” dedim. “Annemin “gulu gulu”larına “Aguu aguu” demekle hayatı başaracağını mı sanıyorsun? Eğer onun söylediklerine kulak asacak olursan, inan, sonsuza dek adam olamazsın. Söylesene, “gulu gulu pış pış” ne demek? İşte böyle bel bel bakarsın. Çünkü onun söyledikleri deli saçması… Allah’a şükret ki, benim gibi bir ablan var; şimdi o sana en önemli ve en gerekli şeyleri öğretecek.”
Mertcan, bana değil tavana bakıyordu. Ona çok kızmıştım:
“Hey! Bana bak bana!” diye seslendim. “Seninle konuşan tavan değil; benim ben!”
Başını bana doğru çevirmeyi denedim, ama beceremedim. Sürekli hareket halindeydi. Fıldır fıldır dönen minicik gözleriyle bir o yana bakıyordu bir bu yana… Buna bir çare bulmalıydım. İyi bir öğretmen hem sabırlı olmalı, hem de çare üretmeliydi.
Çok şükür, o sırada aklıma bir çare geldi: Babamın atık kâğıtları koyduğu kocaman karton bir kutu vardı. Elime bir makas alıp onu dikdörtgen parçalar halinde kestim. Her parçayı, bebek koltuğunun üst kısmına ve yanlarına yapıştırdım. Böylece yaramaz Mertcan’ a bir çeşit at gözlüğü oluşturmuştum. Artık ne tavana ne de yanlara bakabiliyordu. Sadece öne, bana doğru bakıyordu.
Böylece ona, daha yararlı objeleri gösterip, daha yararlı ve daha anlamlı sözcükler öğretmeyi başarabilecektim. Çocuk artık “Aguu aguu, gulu gulu, ingaa ingaa!” saçmalıklarıyla uğraşmayacaktı.
“Bak Mertcan bu bir çıngırak, bu bir oyuncak robot, bu bir ayıcık, şu gördüğün de palyaço biçiminde bir kumbara. Tepesindeki delikten, içine bozuk paralar atar biriktirirsin. Paranın ne işe yarayacağını ev ekonomisi dersinde sana anlatırım.
“Peki bunun ne olduğunu biliyor musun?”
Bu arada Mertcan’a annemin mutfakta kullandığı timsah biçimindeki ceviz kıracağını gösterdim.
“Korkmana gerek yok.”dedim. “Bu gerçek bir timsah değil. Bu bir ceviz kıracağı… Ağzıyla ceviz kırar, kuyruğuyla konserve açar. Nasıl beğendin mi?”
Mertcan bana cevap vermek yerine, aval aval yüzüme bakıyordu. Bir yandan da toprak solucanı gibi kıvranıp duruyordu. Oysa ben ondan bir cevap bekliyordum. Bu kez buyurgan bir ifadeyle sesimi kalınlaştırarak;
“Haydi, senden bir cevap bekliyorum.” diye bağırdım. “Hem böyle kıpırdanıp durma, dik dur bakayım.”
Mertcan’dan çıt yoktu. Susup duruyordu.
“Sen beni işitmiyor musun?” diye çıkıştım. “Yoksa sağır mısın?”
Bu arada babamın dürbününü alıp, kulaklarını yakından incelemek istedim. Kendisine biraz daha yaklaştım. Tam o sırada, “Vırrrt” diye bir ses işittim. Hafif gök gürültüsünü andıran, ama gök gürültüsü kadar sevimli olmayan bir sesti bu.
Öfkelenmiştim.
“Hayır Mertcan! Bu yaptığın hoş bir şey değil. Nezaket kurallarını unutmamalısın. Ablana biraz saygılı ol. Bu yaptığının cezasını vermeliyim. Gel buraya, popona bir şaplak atacağım.” dedim. Sonra da poposuna hafifçe vurdum. Mertcan birden sıçradı. Yüzünün şekli değişti. Çenesi titremeye dudakları büzüşmeye başladı. Ağlamak üzereydi. Bu kez onu öpücüğe boğdum. Bir yandan da;
“Hayır, Mertcan hayır! Ağlama lütfen. Ben sana şaka yaptım.” diye yalvarıyordum.
Sonra onu avutmak için, ana sınıfında öğrendiğim kelebek dansını yapmaya karar verdim. El çırparak, topuk vurarak, odanın içinde fır fır dönmeye başladım. Bu sırada bir de şarkı uydurdum:
“Gülcan bir kelebektir
Mertcan henüz bebektir
Ablasını dinlerse
Dertleri bitecektir
Gülcan! Gülcan! Gülcan!
Haydi gülüver Mertcan!”
Yaptığım onca maskaralığa rağmen, Mertcan’ın yüzü giderek daha da asılmaya başlamıştı. Gördüğüm kadarıyla gülmeye niyeti yoktu. O anda, artık teneffüs yapma zamanı geldi, diye düşündüm. Çünkü ilk ders bu kadar uzun olmamalıydı. Hemen onu açık havaya çıkartmaya karar verdim.
Mertcan’ı kucağıma alıp, merdivenlerden aşağı indim. Annem o sırada telefonda en sevdiği arkadaşı Fatoş teyzeyle konuşuyordu. Annemin Mertcan’a verdiği “gulu gulu” dersinden uzak tutan tek şey, Fatoş teyzeyle yaptığı telefon muhabbetiydi.
Aman Allah’ım! Bu Mertcan da ne kadar ağırmış. İyi ki bebek arabamız var. Mertcan’ı bebek arabasına oturttum. Elime geçen eşarp ve atkılarla da onu iyice sarıp sarmaladım. Su geçirmez şapkasını da başına giydirdim: çünkü dışarıda yağmur çiseliyordu.
.
Bebek arabasının tekerlekleri zaman zaman toprağa gömülüyor ve üzerime çamur sıçratıyordu. Ama bütün bunlar beni durduramazdı. Kardeşimi yeterince havalandırmak için, çocuk parkının çevresini tam yirmi yedi kez dolandım. Yeşilliklerin arasında, bebek arabasıyla doludizgin koşturmak çok keyif verici bir duyguydu.
Eve döner dönmez matematik dersine başladık. Mertcan’ı mutfak masasındaki bir sandalyeye oturttum. Sonra onun çok sevdiği turşu kavanozlarından üç tanesini masanın üzerine koydum. Daha sonra, üç kavanozu sayarak ona gösterdim:
“Bir… İki… Üç… Demek üç tane kavanozumuz varmış. Şimdi bir tanesini ben alıyorum, sana kaç tane kaldı? Haydi söyle, kaç tane kaldı?”
Mertcan, sorunun cevabını biliyormuş gibi bana kurnaz kurnaz bakıyordu. Güldüm:
“Seni gidi afacan! Senin ileride çok iyi bir matematikçi olacağını biliyorum. Haydi şimdi cevabı söyle.” dedim.
Meğer Mertcan’ın o kurnaz bakışlarının ardında başka şeyler saklıymış: Önce cevap verecekmiş gibi elini kaldırdı, sonra da bir darbeyle üç kavanozu masadan aşağı yuvarladı. Yerdeki fayanslara çarpan kavanozlar, bir anda tuzla buz oldu. Parçalanan cam kırıkları mutfağın dört bir yanına dağıldı. Turşu suyu yerlere yayıldı. Her tarafa havuç, lahana, biber, domates dilimleri döküldü.
Mertcan, kavanozların patlamasıyla birlikte bir velvele koyuverdi. Çok korkmuştu. Ciyak ciyak ağlıyordu.
Haydi artık, susturabilirsen sustur!
Daha sonra neler olduğunu sanırım tahmin edersiniz: Annem büyük bir telaşla mutfağa girdi. Önce yerdeki cam kırıklarına, sonra da fal taşı gibi açılmış gözleriyle bana bakarak;
“Gülcan ortalığı ne hale koymuşsun böyle!” diye bağırdı. “Şu yavrucağın ağlayışına bak. Korkudan ne hale gelmiş tosunum.” dedi.
Sonra bir çırpıda Mertcan’ı kucağına alıp bağrına bastı. “Hımmıh hımmıh!” yaparak şapur şupur öptü. Ardından yine aynı şeyler: “Aguu! İngaa! Bıdı bıdı, gulu gulu, mış mış, pış pış!”
İşte, bebekler böyle.
Siz onlara bir şey öğretmek için gece gündüz çırpınırsınız, ama karşılığında bir yığın azar işitirsiniz. Yüzümüze gaz çıkartıp saygısızlık etmeleri de işin cabası.
Şu haksızlığa bakın; üstelik bütün öpücükleri ve gıdıklamaları da onlar hak ediyor.
Bir düşünsenize; bizler okulda öğretmene karşı böyle şeyler yapacak olsak, ne öpücüğü hak ederiz ne de gıdıklanmayı… Görgü kurallarına aykırı davrandığımız gerekçesiyle bir de azar işitiriz.
İnanın üzüntüden karnıma ağrılar girdi. Can sıkıntısından kurtulmak için televizyon izlemek istedim. Bir de ne göreyim karşımda bebekler üzerine konuşan bir adam duruyordu. Hemen televizyonu geri kapattım.
Mertcan, akşamüstü, sütünü içtikten sonra bana gülücükler atmaya başladı. Seni gidi kurnaz tilki… Bütün bu gülücükler, bana şirin gözükmek için değil mi?
“Tamam” dedim. “Artık her şeyi unutalım. Olan oldu, geçen geçti. Zaten bu günlük ders bitti. Yarın sabah benim okulum var. Ama unutma, öğleden sonra da senin derslerin başlayacak. Sakın seni aptal yerine koymalarına izin verme, sözlerimi dinlersen, eminim ileride bana dua edeceksin.
Üzeyir Gündüz