Yemyeşil çimenlerin, rengârenk çiçeklerin kaynaştığı bir ülke varmış. Kuşlar ötüşür, kelebekler uçuşurmuş etrafta. Evleri köşk, köşkleri saray gibiymiş. Irmakları şeker şerbet akarmış, bir uçtan diğer uca. Büyük, meyveli ağaçlar mavi gökle buluşur, güneşle kucaklaşırmış. Meyvelerinse tadına doyum olmaz, mis gibi kokusu her yerden duyulurmuş. Her taşın ardında bir güzellik, her güzelliğin ardında bir sır saklıymış. İnsanları, gençlik ve güzellik iksirini tatmış, ölümsüzlük sırrına ulaşmış bir ülkeymiş bu ülke. Görüp işitenler istermiş bu ülkede yaşamayı, ama oraya gitmek pek de kolay değilmiş. Etrafı uçsuz bucaksız çöller ve aşılması güç tehlikelerle doluymuş.
Günlerden bir gün, Selim ve Kerim adında iki genç arkadaş, sırlarla dolu bu ülkeye gitmeye karar vermişler. Kendilerini bekleyen tehlikelerden habersiz yola koyulmuşlar. Kum tepelerini birer birer aşarken karşılarına bir kervan çıkmış. Kervanbaşı ile tanışıp konuşmuşlar. Niyetlerini açmışlar ona. Kervanbaşı onları uyarmış:
-Sırlar ülkesine gitmek zordur. Sınırda askerler devriye gezer, kuş uçurtmaz. Farz et ki anlaştın, içeride eşkıya kol gezer. Yakalarsa sağ koymaz. Farz et ki atlattın. Çölde vahşî hayvanlar var, fırtına var, sığınak yok.
-Biz bu işe baş koyduk. Ölmek var, dönmek yok, demiş iki arkadaş.
Kervanbaşı:
-Demek kararlısınız, demiş. O hâlde size bir sır, bir parola vereceğim. Böylece bu ülkeyi yöneten hükümdarın himayesine girmiş olacaksınız. Ne zaman başınız darda kalırsa parolayı söyleyin. Çölü sağ salim geçmenin ve sırlar ülkesine ulaşmanın tek yolu budur.
Kerim:
-Parolaya da himayeye de ihtiyacım yok. Gücüm kuvvetim yerinde. Her zorluğun üstesinden gelirim, demiş ve kervanbaşı sözünü bitirmeden çekip gitmiş.
Selim, hükümdarın himayesine girmekten onur duyarak parolayı almış ve Kerimin ardından yetişip birlikte yola devam etmişler. Kızgın güneş altında, sıcak kumlar üstünde yolculuk pek zormuş. Geceler, gündüze inat soğuk mu soğuk. Kâh yanarak, kâh donarak ilerlerken devriye gezen askerlere yakalanmışlar. Komutan onları ayrı ayrı sorguya çekmiş. Selimden parolayı işitip hükümdarın himayesine girdiğini öğrenince onu serbest bırakmış. Üstelik, içinde çeşitli yiyecek ve içecekler bulunan bir torba hediye etmiş Selime. Bununla da kalmamış, kısa yolu gösteren bir de harita vermiş.
Kerime gelince... Sınırı ihlâl . ettiği gerekçesiyle onu tutuklamışlar. Zindana atmışlar. Kerim bir fırsatını bulup kaçmış; ama aç, susuz ve bitkin bir hâlde yola devam etmiş.
Selim ile Kerim birbirinden habersiz aynı yolda ilerliyormuş. Selim epey ilerideymiş. İki tepe arasında pusu kuran eşkıya önden gelen Selimi kıskıvrak yakalamış. Selim, parolayı söyleyince, eşkıya reisi hükümdardan çekindiği için onun önünden çekilmiş ve hemen yola devam edebileceğini söylemiş. Arkadan gelen Kerim de yakalanmış.
Eşkıya reisi Kerimin üzerinde para edecek nesi var, nesi yoksa almış. Ardından, önünde diz çöküp yalvarırsa canını bağışlayabileceğini söylemiş. Kerimin parolayı almasına engel olan gururu, şimdi ayaklar altındaymış. Perişan bir hâlde, hiç . olmazsa canını kurtardığına sevinerek eşkıyanın istediği her şeyi yapmış.
Kerim, düşe kalka yol alırken ileride bir su birikintisi görmüş. O yöne doğru koşmuş. Ancak Kerim koştukça, su birikintisi uzaklaşıyormuş. Âdeta su kaçıyor, Kerim kovalıyormuş. Sonunda bunun bir serap olduğunu anlamış. Çaresizlik içinde olduğu yere yığılıp kalmış. Neden sonra bir uğultu ile uyanmış. Her yer, zifirî karanlıkmış ve soğuk bir rüzgâr, kumları oradan oraya savuruyormuş. Kerim, nereye gittiğini bilmeden karanlıkta korku içinde saatlerce yürümüş.
Parola sayesinde her tehlikeyi kolaylıkla atlatan, rastladığı çadırlarda ilgi ve saygı gören Selim, güzel bir vahada merakla arkadaşını beklemeye başlamış. Gözleriyle ufku tararken Kerim için . endişe duyuyormuş. Ve bir gün, perişan bir hâlde Kerimin vahaya yaklaştığını görmüş. Ona doğru koşmuş. Vücudu yara bere içindeki arkadaşını, bir ağaç gölgesine yatırmış. Biraz su getirmek üzere ayrılmış. Geri döndüğünde, parolayı öğreten kervanbaşının da konaklamak üzere kervanıyla birlikte orada olduğunu görmüş. Kerim, kendine geldiği zaman minnetle onlara bakmış. Pişmanlık ve merak içinde:
-Parola nedir, diye sormuş. Beni himayesi altına alacak olan hükümdar kimdir? Onu tanımak, başıma gelenlerin iç yüzünü bilmek istiyorum.
Kervanbaşı gülümsemiş.
-Bak evlâdım, diyerek söze başlamış. Hayallerini süsleyip seni yollara düşüren sırlar ülkesinin adı, Cennet ir. Bu çetin yolculuk, senin hayatındır. Çöl, senin dünyandır. Görüyorsun ki gücün az, fakat düşmanların ve ihtiyaçların sınırsızdır.
Kerim tekrar sormuş sabırsızlıkla:
-Peki parola nedir?
-Çölü kolayca geçmek ve Cennete ulaşmak için gereken parola "besmele"dir. Bununla hükümdarın, yani Allahın himayesi altına girerek her şeyden korkup titremekten ve herkese dilencilik etmekten kurtulursun.
Bu sefer Selim girmiş araya:
-Peki besmele sadece insanlar için midir?
-Aslında her varlık kendi diliyle "bismillâh" der. Allah adına, Allahın nimetlerini bizlere sunar. Küçücük tohumlar ve çekirdekler, içlerinde koca ağaçları taşırlar. Her bitki, "bismillâh" der, ipek gibi yumuşak kökleri, sert olan taş ve toprağı deler geçer. Nazik yaprakları sıcağa karşı aylarca dayanır. Rahmet hazinelerinden aldığı meyveleri, sebzeleri bize ikram eder. Koyun, keçi, inek gibi hayvanlar "bismillâh" der, bir süt çeşmesi olur. Hayat veren bir gıda sunar. Arı bal yedirir, minik kurtçuklar ipeği giydirir.
Kerim merakla sormuş:
-Bizler bu nimetleri tüccardan alırken bir ücret ödüyoruz. Gerçek mal sahibi olan Allah, bu nimetlere karşılık bizden ne istiyor?
Kervanbaşı cevap vermiş:
-Nimetlere karşı bizden üç şey istiyor: O u düşünmeni, tanımanı ve O a teşekkür etmeni.
-Anladım, demiş Kerim. Nimetleri bize ulaştıran aracıları sevip, bu nimetlerin gerçek sahibini unutmak çok büyük haksızlık olur.
Kervanbaşı:
- O hâlde bu nimetlerin gerçek sahibinin Allah olduğunu biliniz. Her işinize Allahın adını anarak başlayınız, demiş ve usulca kalkarak kervanını hazırlamış. Gençlerle vedalaşıp tekrar yola koyulmuş.
Kerim, ufukta kaybolan kervanın arkasından bakarken, gururu yüzünden çektiği sıkıntıları düşünüyor ve artık ne yapması gerektiğini çok iyi biliyormuş.
Yazar: Semra NUR
GONCA Çocuk dergisinden alıntıdır