Sürpriz Hikayeler - Serdar Yıldırım


             

Ä°letiÅŸim


 05xx xxx xx xx


vbnetron


[email protected]

×

Sürpriz Hikayeler - Serdar Yıldırım

  • #1
    Serdar Yıldırım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    26.Eylül.2009
    Nereden
    Bursa
    Mesajlar
    173
    @Serdar Yıldırım



    Sürpriz Hikayeler - Serdar Yıldırım





    TAVŞAN İLE CİVCİV

    Tavşanın biri, okumaya çok meraklıymış. Okuduğu her yazıdan sonra, okuduklarını anlatacak birini ararmış. Bir gün bu tavşan bir civcivle karşılaşmış. Civciv tavşanın anlattıklarını ilgiyle dinlemiş. Bir süre sonra epey bir bilgi birikimine sahip olmuş ama okuma-yazma bilmiyormuş.

    Tavşana:

    " Bana okuma-yazma öğretebilir misin? " diye sormuş.

    Tavşan:

    " Aman efendim, ne demek? Tabi ki, okuma-yazma öğretirim, " demiş.

    Aradan günler geçmiş. Civciv okuma-yazma öğrenmiş. Kitapları çok sevmiş. Onların içinde bilim, bilgi, kültür saklıymış. Okumuş, okudukça okuyacağı gelmiş. Hayatı sorgulamaya başlamış. Hemen her söylenene inanmamış. Araştırmış. Bakalım bunlar doğru mu, diye.

    Günlerden bir gün civcivin aklına şöyle bir düşünce gelmiş: " Tavuk yumurtasından çıkana civciv deniyor. Ben kalabalıkta değil ayrı durmalıyım. Adı şu denince, ha bildim onu, diyebilmeli canlılar. "

    Kendine özel isim aramış ve sonunda bulmuş. Benim adım Civcettin demiş. Bunu arkadaşı tavşana söylemiş. Tavşan konuya akılcı yaklaşmış ve Civcettin'ın beklemediği bir atak yapmış:

    " O zaman benim adım da Tavşaniye. "demiş. Tavşaniye ile Civcettin birbirlerine sıkıca sarılmışlar.

    Onlar okumuşlar, hep okumuşlar. Okuduklarımız bizde kalmasın başkalarına da ulaşsın diyerek diğer canlılarla fikir alışverişinde bulunmuşlar. Sonunda, o canlıların da karanlıktan kurtuldukça aydınlık yarınlara selam verdiğini görmüşler. Aydınlığın her zaman karanlığı yeneceğinden emin olmuşlar ve mutlu olmuşlar.

    SON



    SAFİYE PAPAĞAN VE ÖRDEK

    Arkeolog amcası Güney Amerika'dan gelirken yeğeni Safiye'ye hediye olarak bir papağan getirmiş. Bu papağan çok güzel Türkçe konuşuyormuş. Safiye ile papağan devamlı tartışma halindeymişler:

    " Sen ne diyorsun Safiye, beni küçük görmekten vazgeç. "

    " Ne yapayım yani büyük mü göreyim? "

    " Evet, büyük gör. Ben papağanların kralıyım. Amazon Ormanları'nda yaşıyordum. On yıl önce avcılara yakalandım, amcana satıldım. Sen o zamanlar daha doğmadıydın. Amcan bana konuşmayı öğretti. Sonra getirip sana hediye etti. Ama iyi oldu. Şu kafesin içinde yaşamaktan bıkmıştım. Yakında beni bırakırsın sanırım. "

    " Şuna bak, seni niye bırakayım? Ne güzel eğleniyoruz işte. "

    " Sen buna eğlence mi diyorsun? İnanırım, cebinde bir altın bile yoktur. "

    " Altın mı? Cebimde altının ne işi var? "

    " Olsa fena mı olur? Bin altının olsun istemez misin? "

    " Şey, tabi ki isterim. Ama nerde bende o şans? "

    " Aman Safiye, yaman Safiye, şans ayağına geldi, baksana tuttu kafiye. "

    " Şans ayağıma mı geldi? Hani nerde? "

    " Senin şansın benim. Bırak beni sana bin altın getireyim. "

    Papağana inanan Safiye, onu serbest bırakmış. Papağan, yakında görüşürüz, deyip uçup gitmiş. Pencereye çıkıp papağanın arkasından bakmakta olan Safiye'ye bahçedeki paytak ördek:

    " Konuşmanızı duydum. Bu papağan gider ama geri gelmez. Sana da altın falan getirmez. " demiş.

    Bunun üzerine Safiye:

    " Getirmezse getirmesin. Bir şey kaybetmiş sayılmam. Ama ya geri gelirse, bin altın getirirse? Zengin oldum gitti sayılır. " demiş.

    Aradan iki ay geçmiş. Safiye yine bir gün öğle vakti papağanın dönüşünü pencere kenarında bekliyormuş. Birden gökyüzü kararmış. Yüzlerce papağan bahçeye inmiş. Her birinin gagasında bir altın lira varmış. Kral papağan, saygılarını sunduktan sonra, papağanlar altınları bahçeye bırakmışlar ve uçup gitmişler. Safiye bahçeye çıkıp altınları bir torbaya doldurmuş. Paytak ördek olanlara şaşmış. Safiye altınları babasına, annesine ve abisine göstermiş. Hepsi sevinç içindeymiş. Kırk gün kırk gece tef çalıp oynamışlar.

    SON




    TALHA KARINCA VE KARGA

    Talha çalışkan bir çocukmuş. Derslerini bitirmiş ve oynamak için, bahçeye çıkmış. Sağa sola bakınırken aniden otların arasından gelen bir ses duymuş. Eğilmiş, bakmış. Seslenen bir karıncaymış:

    " Hey çocuk, lütfen bana yardım eder misin? " diyormuş.

    Bunun üzerine Talha:

    " Tabi yardım ederim ama nasıl bir yardım istiyorsun, onu söylemedin. " demiş.

    " Yuvam dut ağacının yanında. Karganın biri, gelip duruyor, karıncaları bir bir topluyor. Gelip görünsen karga senden korkar, kaçardı. "

    " Tamam karınca kardeş, hemen yardıma koşuyorum. "

    " Bravo sana çocuk! "

    Talha karınca yuvasına vardığında kargayı karıncaları yerken görmüş:

    " Kışt sefil karga, uç git, uzaklaş buradan.. " diye bağırmış.

    Karga gak gak diye bağırarak uçup gitmiş. Talha sonraki günlerde karınca yuvasına göz kulak olmuş. Karganın yuvaya yaklaşmasına izin vermemiş.

    Aradan birkaç hafta geçmiş. Talha bir gece akşam yemeğinden sonra ödevini tamamlamak için, odasına çekilmiş. Kitabını, defterini açmış, silgisini bulmuş ama kalemi yokmuş. Çantasına bakmış, dolabına bakmış, odasında aramış. Kalemi bulamamış. Ne yaparım ben şimdi, ödevimi nasıl tamamlarım diye söylenirken dolabın altından çıkan karıncaların bir kalemi sürüklediğini görmüş. Öne çıkan karınca:

    " Bak çocuk, kalemin buraya düşmüş, artık ödevini tamamlarsın. " demiş. Bu karınca yardım ettiği, iyilik yaptığı karıncaymış. Talha'nın sevincine diyecek yokmuş. Karıncalara teşekkür etmiş ve ödevini çabucak tamamlamış.

    Her iyiliğin karşılığı olurmuş, iyilikler karşılıksız kalmazmış. Yardımlaşalım, iyilik yapalım ve dünyayı daha bir yaşanır hale getirelim. Haydi ne duruyoruz o zaman?

    SON



    ŞANSSIZ KÖYLÜNÜN ŞANSI

    Köylünün birinin hiç şansı yokmuş. Doğuştan şanssızmış. Bütün işleri ters gidermiş. Günlerce uğraşmış, tarlasını kazmış, tohum atmış. Sonbahar yağmurları başlamış ama çevredeki bütün tarlalara yağmur yağmasına karşın, şanssız köylünün tarlasına bir damla yağmur düşmemiş. Köylü çaresiz dereden taşıma suyla tarlasını sulamış.

    Mart ayında hava ısınmış, güneş çıkmış, tarlalarda ekinler boy atmaya, sebzeler olgunlaşmaya, ağaçlar çiçek açmaya başlamış. Bu yalancı bahar uzun sürmemiş, aniden yağan dolu tarlaları alt üst etmiş. Tahmin ettiğiniz gibi, şanssız köylünün tarlasına hiç dolu yağmamış, o da bol ürünü, şu yokluk zamanında iyi bir fiyata satarak zengin olmuş.

    Şansım yok diye dövünme, şanslıyım diye sevinme. Devran döner ve öyle bir gün gelir ki, şansım yok diyen sevinir, şanslı dövünür.


    SON

  • #2
    Serdar Yıldırım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    26.Eylül.2009
    Nereden
    Bursa
    Mesajlar
    173
    @Serdar Yıldırım







    AVCI MEHMET’İN KURŞUNU

    Avcı Mehmet gökyüzünde uçmakta olan bir şahin görünce tüfeğini doğrulttu, nişan aldı ve tetiğe bastı. Namludan fırlayan kurşun şahine yöneldi. Aradaki yüz metrelik uzaklığı bir çırpıda aşıp onun gövdesine saplanırdı, çünkü Avcı Mehmet hiç kaçırmazdı. Kurşun gözlerini açtı, şahini gördü, ona acıdı. Öyle ya neden durup dururken bir can alsındı. Neden durup dururken öldürmek ihtiyacı hissetsindi. Şahinin kendisine bir zararı dokunmamıştı.

    Çok hızlı uçuyordu canım bu şahin. Sanki birisi tarafından kovalanıyormuş gibi. Kurşun gözlerini şahinin gerisine kaydırdı. İşte o zaman bir kırlangıçla bir kartalın şahinin peşi sıra uçmakta olduklarını gördü. Kartal kırlangıcı kovalıyor olsa şahin kırlangıçtan niye kaçsındı? Kartal hem kırlangıcı hem de şahini kovalıyor olsa niye kırlangıçla şahin aynı hat üzerinde uçuyordu, biri bir yana diğeri öbür yana kaçar, böylelikle kartal sadece birini kovalamak zorunda kalırdı.

    Kurşun onların yarıştıklarını düşündü. Doğruydu bu. Aylarca süren seçmelerden sonra üç yüz civarındaki uçan yaratıktan en iyi dereceleri yapan on tanesi finale kalmıştı. Bugün yapılan final yarışmasıyla şampiyon belirlenecekti. Yüz kilometrelik yarışın yarıya yakın kısmını kırlangıç önde götürmesine karşın, şahine geçilmiş, yine de şahini geçmek için yoğun çaba sarf ediyordu. Yarış beş kilometre ilerdeki dağlarda son bulacaktı. Dağlarda binlerce uçan yaratık yarışın sonucunu merakla bekliyordu.

    Bırak şahin şampiyon olsun. O, ne zamandır bu yarışa hazırlanmıştı. Az sıkıntı çekmemişti bugün için, az ter dökmemişti bugün için, bu yarış için, birincilik için. Onu da sevenler var, onu da bekleyenler var. Ümitleri kırma. Şahine yol ver geçsin gitsin, şampiyon olsun. Kurşunun şahini gördükten sonra saniyenin onda biri kadar süren bocalaması aniden kesin kararlılığa dönüştü ve hedefine bir metre kala geniş bir kavis çizerek ilerdeki ağaçların arasına düştü.

    Yarışın sonunda, şahin birinci oldu. Kırlangıç ikinci, kartal üçüncü sırada yer aldı. Onlar birbirlerini tebrik etmeyi unutmadılar. Aylar sonra oralardan geçmekte olan izci gurubundaki bir çocuk izci kurşunu yerde görüp cebine attı. Evine döndüğünde kurşunu temizledi ve odasındaki komodinin içine koydu. Odaya her girişinde kurşunun sevgiyle gülümsediğini görüyordu. Kurşun iyilik yapmış, iyilik bulmuştu. Mutluydu.

    SON




    SAKARYA İLE FOKS

    Masal masal içinde, hikaye masal içinde, neden hikaye masal içinde, hikaye çıksa ya masalın içinden. Sen istedin ya işte hikaye çıktı masalın içinden.

    Günün birinde yağan yağmurlar sonucu Ankara yakınlarındaki bir dere taşar. O bölgede bir çiftlik vardır. Sel, çiftliği sürükler, götürür. Bir at ve bir köpek yakındaki bir tepeye çıkarak kurtulur. Atın adı Sakarya, köpeğin adı Foks'tur. Su seviyesinin yükselmesi durunca Foks, Sakarya'ya şöyle bir soru sorar:

    " Sakarya, sence bu sel niye geldi? "

    Sakarya başını iki yana sallar ve temkinli konuşur:

    " Bence bir şey yok ama insanlar ağaçları keser ve doğanın çoraklaşması için, çöl olması için, gayret gösterirlerse sonucuna katlanmaları gerekir. Her kesilen ağaç fazladan bir su demektir. Bak o bir su çiftliği söktü, götürdü. Bin ağaç kesilse bin tane çiftlik demektir. Kaç tane çiftlik arkadaşımızı selin götürdüğünü var git sen hesap et. Bu tepeden başka yakında başka sığınacak yer yok bilmiş olasın. "

    Foks:

    " Tavuklar, horozlar, atlar, keçiler, koyunlar... Bu selde boğuldular. Geriye ne kaldı? Bir ben Foks, bir sen Sakarya. Belki sağda, solda selden canını kurtarmış olanlar vardır. "

    " Vardır veya yoktur. Bunu sel çekilince göreceğiz. Demek ki doğa şartları uygun bulursa acımasız oluyormuş. "

    " Ne demezsin? Bu sel çekilirse yakın bir zamanda yine sel gelir mi? "

    " Yakın bir zamanda değil ama uzak bir zamanda sel gelebilir. Alıp götürecek bir şey bırakmadı ki."

    Sakarya ile Foks ertesi güne kadar o tepede beklediler. Nihayet sel çekildi. Aşağı indiler. Çiftliğin olduğu yerde diz boyu çamur vardı. Birkaç tahta parçası ve bir dal yığını...

    Onlar daha sonra Ankara'ya doğru kararlı adımlarla yürüdüler. Hedefleri Çankaya Köşkü'ydü. Mustafa Kemal Paşa şimdi orada olmalıydı.

    Atın adı Sakarya. Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı sırasında bindiği at. Kurtuluş Savaşı kahramanlarından. Pek çok şehirde gördüğümüz Atatürk heykellerinin kareografisinde yer alan at Sakarya'dır.

    Foks. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra yıllarca Atatürk'ün yanında olan köpek. Atatürk, Çankaya Köşkü'nde geceleri uyurken yatak odasının kapısında nöbet bekleyen Foks'tur. Bu bekleyiş yıllarca sürer ve Foks geceleri gözünü kırpmaz, aman O'na bir zarar gelecek endişesi taşıdığından.

    Bu ikisi kısa bir zaman dilimi için, Atatürk'ten ayrı kalmışlardı çünkü bir süreliğine hava değişimi için Ankara dışına çıkarılmışlardı. Hayatın bazı gerçeklerinin farkına vardıktan sonra hayat kalitelerinin ne derece çöküntü içine girebileceğini görüp, yuvaya, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu eşsiz asker ve büyük devlet adamı Atatürk'ün yanına dönüyorlardı. Onlar şimdi yeniden dünyaya gelmiş gibiydiler.

    SON


    Yazan: Serdar Yıldırım

  • #3
    Serdar Yıldırım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    26.Eylül.2009
    Nereden
    Bursa
    Mesajlar
    173
    @Serdar Yıldırım







    KELOĞLAN İLE NASREDDİN HOCA

    Keloğlan kasabaya tavuk satmaya gitmiş. Pazara gelince elindeki iki tavuğa müşteri aramaya başlamış. Adamın biri tavuklara bir altın vermiş. Keloğlan bunu kabul etmemiş. İlle de iki tavuğa iki altın isterim demiş. Keloğlan’ın tavukları bir altına vermediğini gören adam:

    “ Bak Keloğlan, bende bir define haritası var. Yalnızım, yaşlandım artık. Bu sebepten defineyi aramaya çıkamadım. Eskiden, Zenginoğlu’ nun konağında çalışırdım. Bu haritayı bana Zenginoğlu vermişti. İki tavuk benim olsun, harita senin olsun, defineyi ara bul, ömrünce mutlu ol ” demiş. Keloğlan adama inanmış, değiş tokuş yapılmış. Keloğlan akşamüstü yorgun argın köyüne dönmüş. Anası:

    “ A benim kel oğlum, kabak oğlum. Hiç bu kâğıt parçasına iki tavuk verilir mi? Sen tavukları satıp gaz, tuz alacaktın. Kandırmışlar seni. Şimdi karanlıkta otur, yemekleri tuzsuz ye de aklın başına gelsin ” diyerek bağırıp çağırmış. Keloğlan oralı olmamış, aklı fikri definedeymiş. Sabahı zor etmiş, erkenden kalkmış. Anasına:

    “ Ana ben defineyi aramaya gidiyorum. Kışlık yiyecek hazırlamıştım. Varsın gaz olmasın, akşamları erken yatarsın. Varsın tuz olmasın, komşudan istersin. Defineyi bulursam, seni sultanlar gibi yaşatacağım ”demiş. Anasının elini öpmüş. Keloğlan’ ın kararlı olduğunu gören anası çaresiz fikir değiştirmiş. “ Güle güle git, Keloğlan. İnşallah defineyi bulursun “ diyerek Keloğlan’ ı uğurlamış.

    Keloğlan dağ-bayır aşmış, günlerce aramış, sonunda haritadaki kuyuyu bulmuş. Define, bu kuyunun içindeymiş. Kuyuya attığı taş tak diye ses çıkarmış. Keloğlan kuyuda su olmadığını anlamış. Fakat geçen yıl köydeki kör kuyuya inen ve bir daha çıkamayan üç kişi aklına gelmiş. “ Yanımda köyden getirdiğim ip var. Kuyunun kenarına bağlayıp insem ya ben de onlar gibi kuyudaki zehirli dumandan boğulur kalırsam halim nice olur, diye düşünceye dalmış. Evvela bana mert, sözünün eri, kuyudaki tehlikeyi ortadan kaldırabilecek bir yardımcı lazım. Böylesi de nerelerde bulunur, diye düşünürken aklına Nasreddin Hoca gelmiş. Tamam, demiş. Hoca bu işin çaresini bulur. ‘

    Az gitmiş uz gitmiş, sonunda, Akşehir’ e varmış. Sormuş, Nasreddin Hoca’ nın evini göstermişler. Kapıyı çalmış. Nasreddin Hoca kapıyı açmış. “ Buyurun evladım “ demiş,
    “ Ben Nasreddin Hoca’ yım. Bir şey mi arzu etmiştiniz? “

    “ Hocam, bizim köyde bana Keloğlan derler. Sizin önemli bir meselenin çözümüne yardımınızı rica edecektim. Beni dinlemek zahmetine katlanırsanız çok sevinirim. “
    Hoca, Keloğlan’ ı evine buyur etmiş. Keloğlan define haritasına nasıl sahip olduğunu, anasına veda edip köyden ayrıldığını, haritadaki kuyuyu bulduğunu, kuyuya neden inemediğini anlatmış. “ Eğer defineyi bulursak yarı yarıya paylaşırız, Hocam. Ne dersiniz? ” diyerek sözü bağlamış.

    Nasreddin Hoca:

    “ Uzun süredir kullanılmayan veya etrafındaki toprak tabakasından içine zehirli hava sızan kuyularda, yeterli hava akımı olmadığı için, bu zehirli hava birikir. Eğer böyle kuyulara inilirse insanı zehirler, öldürür. Söylediğine göre kuyunun derinliği dokuz on metre varmış. Kuyunun çevresini kazıp genişletmek çok yorucu ve zahmetli, ikimiz başaramayız. Yardımcı bulmaya kalksak kulaktan kulağa yayılır, halk kuyunun başına dolar. Başka bir yol bulmalıyız Keloğlan. Sen bizde birkaç gün misafir kal, düşünüp hal çaresini bulurum. “

    Nasreddin Hoca sonraki iki gün planlar yapmış, taslaklar çizmiş. Planları demirciye götürmüş. Bu aletlerin olanını vermesini, olmayanı çizime uygun olarak yapmasını tembihlemiş. Haftasına aletler hazır olmuş. İki eşeğin çektiği bir araba almış. Arabaya aletleri, yiyecek, içecek gibi ihtiyaçları koymuş. Karısıyla vedalaşıp eşeğine binmiş. Nasreddin Hoca eşeğiyle önde, Keloğlan arabayla arkada, yola koyulmuşlar. Günlerce süren zahmetli yolculuktan sonra definenin bulunduğu kuyuya varmışlar. Hoca kuyuyu incelemiş. Keloğlan ile birlikte demirciye yaptırmış oldukları büyük körüğü kuyunun yanına indirmişler. Yaklaşık on santim genişliğindeki borunun bir ucunu kuyunun dibine sallamışlar. Diğer ucunu körüğe takmışlar. Birlikte körüğe temiz hava basmaya başlamışlar. Yıllardır burada biriken durgun ve zehirli hava, temiz ve basınçlı havanın etkisiyle parçalanmaya, yavaşça yükselmeye, kuyudan çıkmaya başlamış. Körük her hava basışında kuyudaki zehirli hava oranı azalıyormuş. Bu işlem ertesi gün de devam etmiş. Üçüncü gün kuyunun temizlendiğine kanaat getirmişler. Yine de her şeyden emin olmak için Nasreddin Hoca arabada getirdiği bir kediyi çuvala koymuş. Çuvalı ipe bağlayıp kuyunun dibine sarkıtmış. Yarım saat sonra kediyi çıkardığında dipdiri olduğunu görmüş.

    Keloğlan ipi beline bağlayıp kuyuya inmiş. Haritada belirtilen taşı çıkarmış. Taşın altındaki toprağı kazınca, sandığı bulmuş. Yanındaki diğer ipe sandığı bağlamış ve Hoca’ ya kendisini çekmesi için seslenmiş. Keloğlan kuyudan çıkınca, Hoca ile sandığı yukarıya çekmişler. Sandığın kilidini kırıp, kapağını açınca, bir de ne görsünler: Çil çil altınlarla dolu değil miymiş sandığın içi… Çok sevinmişler. Hemen altınları paylaşmışlar. Ertesi gün, Nasreddin Hoca eşeğiyle Akşehir’e, Keloğlan arabayla köyüne doğru yola koyulmuşlar.

    Keloğlan köyünde dillere destan bir konak yaptırmış. Hizmetçiler, uşaklar tutmuş. Tarlalar, bağlar, bahçeler satın almış. Anasıyla birlikte sultanlar gibi yaşamaya başlamış. Keloğlan’ ın görülmemiş zenginliği padişahın kulağına gitmiş. Ava çıktığı bir gün Keloğlan’ ın konağına uğramış. Keloğlan padişaha hürmet göstermiş, en iyi şekilde ağırlamış. Gördüğü yakın ilgiden çok memnun kalan padişah, Keloğlan’ ı gelecek ay kutlanacak bayram için, sarayına davet etmiş.

    Bayram günü Keloğlan arabalar ve uşaklarla beraber saraya gitmiş. Eğlenceler sırasında padişahın dünya güzeli kızı Menekşe ile tanışmış ve aşık olmuş. Menekşe de Keloğlan’ ı görür görmez sevmiş ve yanından ayrılmak istemiyormuş. Bayram eğlenceleri bittikten sonra Keloğlan konağına dönmüş. Anasına, Menekşe Sultan’ ı görür görmez âşık olduğunu, onsuz yapamayacağını söylemiş. Düşünmüşler, taşınmışlar, padişahtan Menekşe’yi istemeye karar vermişler. Daha sonra anasıyla gidip kızı istemişler. Padişah, Menekşe’yi Keloğlan’ a vermiş. Keloğlan konağına dönüp düğün hazırlıklarına başlamış. Bir taraftan da Nasreddin Hoca’ ya haberciler gönderip, düğüne davet etmiş.

    Nasreddin Hoca payına düşen altınlarla Akşehir’e döndükten sonra yoksulları, yetimleri, giydirip kuşatmış, parasının çoğunu hayır işlerinde kullanmış. Bir yandan da Keloğlan’ın köyünde konak yaptırdığını, uşaklar tutup, araziler satın alıp sultanlar gibi yaşamaya başladığını dost sohbetlerinde ve gelip giden yolculardan duyar, anlatılanlara sevinirmiş. Keloğlan’ın düğün haberini ve Menekşe Sultan ile evleneceğini duyunca keyfi pek yerine gelmiş. Hemen düğüne gitmek için hazırlıklara başlamış. Halılar, kürkler, ipek kumaşlar almış. Menekşe’ye küpe, kolye, gerdanlık gibi ziynet eşyaları almış. Ayrıca dört atın çektiği iki araba satın almış, iki tane de uşak tutmuş. En değerli elbiselerini, en gösterişli kürkünü giymiş. Karısıyla birlikte düğünden birkaç gün önce yola çıkmış.

    Nasreddin Hoca maiyetiyle birlikte gayet şatafatlı bir şekilde saraya varmış. Keloğlan, Hoca’yı kapıda karşılamış. Elini öpmüş. Sarılmışlar, hasretle kucaklaşmışlar. Düğün gününe kadar Hoca başından geçmiş nice olaylara ince espriler katarak anlatmış. Davetlilerin hoşça vakit geçirmelerine yardımcı olmuş. Sazlı, sözlü eğlenceler arasında Keloğlan ile Menekşe Sultan evlenmişler. Mutluluklarına diyecek yokmuş. Daha uzun yıllar mutlu ve bahtiyar olarak yaşamışlar.


    Serdar Yıldırım


    Keloğlan İle Nasreddin Hoca isimli hikaye Romanya'da yayınlanan Hakses Gazetesinde çıkmıştır. 24-25. sayfalarda.

    Hakses nr. 235

  • #4
    Serdar Yıldırım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    26.Eylül.2009
    Nereden
    Bursa
    Mesajlar
    173
    @Serdar Yıldırım







    BÜCÜR ZÜRAFA

    İstanbul Gülhane Parkı’ndaki hayvanat bahçesinde zürafalar için oldukça geniş bir yer ayrılmıştı. Burada anne ve baba zürafa ile iki yavru zürafa kalıyordu. Onlar gün boyu geziyorlar, ziyaretçiler de onları seyrediyordu. Anne ve baba zürafa yıllardır burada bulundukları için durumu kabullenmişler, bu hayata alışmışlardı. Fakat yavru zürafaların canı çok sıkılıyordu. Devamlı olarak babalarına “ Babacığım, bizler burada daha ne kadar zaman kalacağız? Bizleri masallarda anlattığın o güzel yerlere ne zaman götüreceksin? “ diye sitem ediyorlardı.

    Bir gün yavru zürafalardan biri baba zürafaya şöyle bir soru sordu:

    “ Babacığım, bizler buralara nasıl geldik, kimler getirdiler? “

    Bunun üzerine baba zürafa:

    “ Bundan yıllar önce, buralardan çok uzaklarda yaşamış dedeniz bücür zürafayı anlatacağım sizlere “ dedi. “ O zaman anlayacaksınız buralara nasıl geldiğimizi. Zürafalar hep uzun boylu, boyunlu olurlar, fakat dedeniz doğduğunda da küçükmüş. Yıllar geçmiş, yaşı büyümüş, boyu büyümemiş. Yaşının büyümesiyle birlikte onun kalbindeki özlem daha da büyümüş. Çünkü o, bir sirk yıldızı olmak istiyormuş. Yaşadığı çevrede tıkılıp kalmak, dar bir kısır döngü içinde ömür törpülemek ona göre değilmiş. Bücür zürafa bu büyük hedefine ulaşabilmek için yaşadığı ormanda gösteriler düzenlemeye başlamış. Orman hayvanları bücür zürafanın gösterilerini ilgiyle karşılamışlar, onun yaptığı hayvan taklitlerini zevkle seyretmişler.

    Günlerden bir gün ormana avcılar gelmiş. Bu avcılar yakaladıkları hayvanları hayvanat bahçesine götüreceklermiş. Bir tepenin üzerine çıkıp dürbünle çevreyi gözleyen avcılar karşıdaki düzlükte bücür zürafayı gösteri yaparken görmüşler. Bücür zürafanın hayranlık uyandıran hareketlerini, enfes dönüşlerini seyreden avcılar, onun tam bir hokkabaz olduğunda karar kılmışlar. Gösteri bittikten sonra bücür zürafayı yakalamak için iz sürmeye başlamışlar. Bücür zürafa hemen anlamış takip altında olduğunu. Bu durum onu hiç şaşırtmamış. Çünkü zirveye giden yolda önüne bir takım yol ayırımlarının çıkacağını biliyormuş. Olanı biteni en ince ayrıntılarına kadar düşünüp planını yapmış. Eğer plansız, programsız hareket ederse istenmeyen, üzücü olaylar ortaya çıkabilirmiş. Avcıların niyetini kesin olarak bilmek olanaksızmış.

    Sonunda avcılar bücür zürafayı bir bataklığın yakınlarında kıstırmışlar. Sazlıkta yarım daire şeklinde ilerleyen avcılar, bücür zürafayı yakalamayı umdukları yerde yeller estiğini görmüşler. Bücür zürafanın ayak izleri bataklığın kenarında yok oluyormuş. Aslında bu durum planın bir bölümünü oluşturuyormuş. Bücür zürafa avcıların takibinden kurtulmak için daha önceden oraya sakladığı bir ağaç kütüğüne binerek uzaklaşmış. Ertesi gün avcıların konuşmalarını saklandığı yerden dinleyen bücür zürafa yakalandığı takdirde hayvanat bahçesine götürüleceğini öğrenmiş. Dört ayağı üstünde hoplayarak ortaya çıkmış ve avcıların hayret dolu bakışları altında iki perende atmış, daha sonra kurt gibi uluyup aslan gibi kükremiş. Bildiği bütün numaraları birbiri peşi sıra sergilemiş ve alkışlar arasında gösterisini tamamlamış.

    Bücür zürafa hayvanat bahçesine getirilince bu bölüme konmuş. Fakat o burada da boş durmamış, gösterilerine devam etmiş. Bu arada annemle birbirlerine gönül vermişler. Aradan zaman geçmiş, ben doğmuşum. Küçüklüğümü hatırlıyorum da şu demir parmaklıkların arkası bücür zürafayı görmeye gelen insanlarla dolardı. O da gün boyu bıkmadan, usanmadan gösterilerini sürdürürdü.

    Yavrularım, bu hayvanat bahçesine yılın belli tarihlerinde uluslar arası bir sirk gelir. Sirk kurulurken sirkin sahibi parkta gezmeye çıkmış. Buradaki kalabalığı görünce ne olduğunu merak edip sokulmuş. Bir süre bücür zürafayı seyrettikten sonra onun dünya çapında bir yetenek olduğuna karar vermiş ve yüksek bir ücret karşılığında sirke transfer etmiş. O, ele geçirdiği bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirmesini bildi. Bir iki provadan sonra sahneye çıktı. Görülmemiş bir başarı sapladı. Gittiği her yerde on gün kalan ve geceleri bir gösteri sunan sirk, bücür zürafayı kadrosuna almasıyla birlikte seyirci patlamasına uğradı ve günde dört beş gösteri sunar hale geldi. Sirkin o yıl bir ay kaldığını unutmadan söyleyeyim.


    Ertesi yıl sirk geldiğinde babam bücür zürafa buraya uğradı. Beni, annemi ve arkadaşlarını görmeye gelmişti. Çok sevindik. Yanımızda iki saat kadar kaldı. Pek çok ülkede gösteriler sunduklarını, gittikleri her yerde yoğun bir ilgiyle karşılaştıklarını anlattı. Sirk yıldızı olmak istemiş, bunun için yıllarını vermiş, sonsuz gayret göstermiş ve sonunda başarmıştı. Mutluydu. Şimdi anladınız mı yavrularım, buralara nasıl geldiğimizi, kimlerin getirdiğini? “

    Yavru zürafalar sanki ağız birliği etmişlerdi aynı sözü söylemek için: “ Evet anladık babacığım, hem de çok iyi anladık “ dediler ve birbirlerine bakarak kıkır kıkır güldüler.

    Ortada reddedilmez bir gerçek vardı. Azmin başaramayacağı hiçbir şey olamazdı. Yeter ki gerçekten istenmeliydi. Tutar koparırdın. İdeal kiminin düşüncesinde bir tutku olarak kendiliğinden ortaya çıkardı. Kimi de başarılı birini örnek alarak onun izinden giderdi. İşte yavru zürafalar bücür zürafanın açtığı yoldan yürüdüler, onun izinden gittiler. Akşamları gökyüzüne dikkatle bakarsanız yıllar sonra birer yıldız olacak iki yavru zürafanın göz kırptıklarını görürsünüz.

    SON


    Belçika'da yayınlanan Ekip Dergisi'nin 42. sayfasında Serdar Yıldırım'ın yazdığı Bücür Zürafa isimli hikaye çıktı.

    Calaméo - Ekip 59

  • YORUM BIRAKMAK İÇİN ÜYE OLMALISINIZ !

    ÜYE OLMAK İÇİN TIKLA

    Benzer Konular

    1. Serdar Yıldırım Masal Okuyor - İyi Seyirler
      Konu Sahibi Serdar Yıldırım Forum ÇOCUKLARA YÖNELİK VİDEOLAR
      Cevap: 1
      Son Mesaj : 14.Şubat.2013, 19:11
    2. Sürpriz yumurta içinde sürpriz:)
      Konu Sahibi Cemile ÖZTÜRK Forum Diğer-Karışık Artık Materyal Etk.
      Cevap: 8
      Son Mesaj : 15.Aralık.2010, 20:27
    3. Deve Kervanı - Serdar Yıldırım
      Konu Sahibi Serdar Yıldırım Forum ÖYKÜ-MASAL VE HİKAYELER
      Cevap: 0
      Son Mesaj : 19.Eylül.2010, 19:35
    4. Fil Çocuk -Serdar Yıldırım
      Konu Sahibi Serdar Yıldırım Forum ŞİİRLER
      Cevap: 1
      Son Mesaj : 09.Mayıs.2010, 19:46
    5. Kayıp Gül (Serdar Özkan)
      Konu Sahibi şeker öğretmen Forum KİTAP-DERGİ
      Cevap: 1
      Son Mesaj : 28.Ekim.2009, 14:17

    Yetkileriniz

    • Konu Acma Yetkiniz Yok
    • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
    • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
    • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
    •  

    Giriş

    Facebook ile Baglan Giriş