Türkiye’de Özürlü Haklarının Gelişimi


             

Ä°letiÅŸim


 05xx xxx xx xx


vbnetron


[email protected]

×

Türkiye’de Özürlü Haklarının Gelişimi

  • #1
    Ayşe Turan BAL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    27.Şubat.2009
    Nereden
    Türkiye'nin kalbinden
    Mesajlar
    12,566
    @Ayşe Turan BAL



    Türkiye’de Özürlü Haklarının Gelişimi





    Türkiye’de Özürlü Haklarının Gelişimi*
    Fatma GÖKMEN**

    *Development of Disability Rights in Turkey
    **Özürlüler Uzman Yardımcısı, Başbakanlık Özürlüler Dairesi Başkanlığı
    **Assistant Specialist on Disability, Prime Ministry Administration on Disabled People


    ÖZET

    Tüm dünyada 1950’li yıllardan itibaren toplumsal hareketler çoğalarak büyümeye başladı. Dezavantajlı gruplar (kadınlar, etnik gruplar, özürlüler vb.) bu süreçte haklarını aramaya, seslerini yükseltmeye başladılar. İnsan haklarında gelişmeler, yeni yeni insan haklarının ortaya çıkması ve ülke sınırlarını aşması bu süreçte itici güç olmuştur.


    Bu çalışma, önce genel itibariyle insan haklarını, ardından da insan hakları ve özürlülük arasındaki ilişkiyi ele almaktadır. Daha sonra, ülkemizde özürlü haklarının gelişiminde önemli etkileri olan uluslararası gelişmeler aktarılacaktır. Bu bölümün önemli kısımlarından birisi “tıbbı (medikal) model” ve “sosyal model” ayrımıdır. Özürlülük olgusu, tıbbi modelin eleştirilmesi ile birlikte sosyal modele doğru ilerleyen bir seyir izlemiştir.
    Çalışmanın diğer bölümünde Türkiye’de özürlülüğe bakış ve özellikle 1950’li yıllardan sonra özürlü haklarının gelişimi açıklanmıştır. Haklar hareketinde örgütlenmenin önemi açıktır. Son olarak ülkemizde özürlü bireylerin örgütlenme bilinci ve örgütlenme deneyimleri üzerinde durulacaktır.

    Anahtar Kelimeler: İnsan hakları, özürlülük, özürlü hakları



    ABSTRACT

    Social movements have increased on a global scale since the 1950’s. Disadvantaged groups such as women, ethnic groups, disabled people etc. have started to seek remedy and lift effectiveness. In this period improvement in human rights, appearance of new human rights and outspreading of them over national boundaries have been impulsive factors in this process.

    This article at firt considers human rights in general context, then the relation between human rights and disability. Subsequently, international developments that are very significant for the process of disability rights in Turkey will be discussed. One of the most important parts of this section is the difference between “social model” and “medical model”. Disability as a fact has gravitated to social model through the criticism of medical model.

    The last part of the article consider all angles of disability in Turkey and explains development of disability rights especially after 1950’s. Its clear that organization is vital for the rights movement. Finally, disabled people’s consciousness of association will be emphasized in our country.

    Key Words: Human rights, disability, dibability rights



    1. İnsan Hakları

    1.1. Tanım
    İnsanlık, temelinde insanın düşünce ve eyleminin bulunduğu, insan olma bilincinin yokluğundan ve eksikliğinden kaynaklanan tüm olumsuzlukları uzun ve çok zorlu bir tarihsel süreç içinde aşmaya çalışarak ve aşmayı sürdürerek günümüzdeki uygarlık düzeyine ulaşmış, olumsuz deneyimlerinden çıkardığı derslerle evrenselleştirdiği bir değerler sistemi oluşturmuştur. İnsanın, insan için ama insana karşın ve insana karşı verdiği aynı zamanda düşünsel ve eylemsel savaşının ürünü olan bu sistemin ortak mal varlığının özünde, özgürlük, eşitlik, sevgi, saygı, hoşgörü, dayanışma ve karşılıklı anlayış vb. değerler bulunmaktadır (Gülmez, 2001).

    Bu değerleri taşıyan ve oluşturan özne insandır. Değer yaratma ve bunları insanlığın ortak ve evrensel değerlerine katma insanın çabasıyla gerçekleştirilmiştir. İnsan hakları insanın bu özelliğini desteklemek için vardır ve tanınmıştır.

    İnsan hakları, tüm insanların hiçbir ayrım gözetmeksizin yalnızca insan olarak doğmalarından kaynaklanan eşit, özgür ve onurlu yaşamasını sağlayan haklardır. İnsan olma dışındaki öteki görünen özellikler ayrımcılık nedeni olamaz. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin belirttiği gibi insanlar, haklar ve onur yönünden eşittir.

    İnsan hakları kavram olarak çok boyutlu bir yapıya sahip olduğu kadar, anlam ve içerik açısından da zengindir. İnsan haklarının sayısının belirli olmaması, hemen her dönemde yeni yeni insan haklarının ortaya çıkması toplumsal gelişme ile beraber insanların yeni haklar edinmeleri hakların toplumlara göre değişmeler göstermesi, eski ve yeni haklar arasındaki ilişkiler ve hakların hukuku alanındaki değişmelerden etkilenmeleri konunun önemini daha da artırmaktadır (Çeçen, 2000).

    İnsan hakları, tüm insanların doğuştan sahip olduğu haklardır. Bu kabul, genelde paylaşılan bir düşüncedir. Fakat bunun açıklığa kavuşturulması gereken yönleri vardır. İnsan hakları dediğimiz şeyler nedir ki bunlara sahiplikten üstelik doğuştan sahip olmaktan söz ediyoruz?

    İnsan hakları insan onurunu güvenceye alan haklardır. İnsan haklarının her biri birer değeri ifade eder ve insan onuru denildiğinde de insanın değerinden söz edilmektedir. Kişi açısından onur, kişinin o ana dek kendi imgesine uygun davranmanın, kendi imgesine uygun yaşamanın bilince ve böyle yaşamaktan dolayı kendine layık gördüğü belirli bir muamele beklentisidir. Böylece “onur” denilen şey, kişinin kendi imgesine uygun düşmesi sonucu kendine biçtiği değer olmaktadır. İnsan haklarına duyulan ihtiyaçta da onur ön plana çıkmaktadır. İnsan haklarına hayat için değil, fakat onurlu bir hayat için ihtiyaç duyulur. İnsan haklarına bağlık gereklerinden dolayı değil; onurlu bir hayat için, bir insana özgü değerli bir hayat için bu haklar olmaksızın tat alınamayacak bir hayat için “ihtiyaç” duyulan şeylerden dolayı sahibiz. (www.ihd.org.tr/makale/onur/onur.html)

    İnsan hakları çeşitli kavramlar arasında en kapsamlı ve en yaygın kullanılan kavramdır. Çünkü İnsan Hakları “pozitif hukuk” denilen yazılı hukukların yani en başta anayasadaki haklarla sınırlı değildir. İnsan hakları “olan haklar” değil “olması gereken” haklardır. Yazılı hukukun dışındaki ve üstündeki haklardır. İnsan hakları yer ve zaman sınırlarını, belli bir ülkede ve belli bir aşamada ya da dönemde anayasa ve yasalarla tanınan hakları aşar yani evrenseldir. Ayrım gözetmeksizin tüm insanlara tanınması gereken haklardır. İnsanlığın ortak dili olduğu düşünülen ve olmasına çaba gösterilen haklardır. Ancak insan hakları hep “olması gereken” haklar olarak kalmaz ve kalmamıştır. Özne, konu ve yaptırımlarıyla ulusal ve uluslar arası yazılı hukukta düzenlenmiş ve güvenceye alınmıştır (Gülmez, 2001).

    Hak, devlet ve toplumun hukuk düzeni aracılığı ile ve yasalarla güvence altına almış bulunduğu bir durum olarak tanımlanabilir. Hak kavramı zamana, yere ve topluma göre değişiklik gösteren değişken bir içeriğe sahiptir. Aynı toplumda daha önce hak olan bir durum daha sonra yasalarla kaldırılabilir ve hak olmaktan çıkar, tersi de olabilir; daha önce hak olmayan bir hukuksal durum yeni yasa ve anayasalarda hak olarak benimsenebilir. Hukuk, hakları düzenleyen bir mekanizma olarak toplumsal değişmelere açık kaldığından toplumsal ve siyasal gelişmeler yeni yasalar aracılığı ile hukuku ve dolayısıyla hakları da etki altına almaktadır. Toplumsal değişmeleri hukuk sürekli olarak arkadan izlemek zorundadır. Toplumun kurallar ve yasalarla düzenlenmesi anlamında hukuk hiçbir zaman toplumsal gerçekliğin dışında olamaz. Hukuk toplumda var olan olguları, gelinmiş bulunan düzeyi, yeni aşamaları, birikimleri ve yaşanan süreçleri sürekli olarak yasal düzenlemelerle yansıtmak ve düzenlemek zorundadır. Aksi durumlarda hukuk gerçek amacı olan adaleti ve haklılığı gerçekleştirmek, düzeni kurmak gibi işlevlerini yerine getiremez (Çeçen, 2000).

    1.2. İnsan haklarının tarihsel gelişimi
    İnsan hakları disiplini, felsefi kökleri çok daha eskilere gitmekle beraber, asıl 17. ve 18. yüzyıllar içinde gelişmiş ve insan hakkı doktrini olarak adlandırılan bir düşünce akımı olarak, insanları sırf insan olmak sıfatıyla doğuştan birtakım dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez haklara sahip oldukları görüşünü yaymaya çalışıyordu. O zamana kadar sınırsız olan devlet gücünü sınırlandırmayı ve insanları baskıdan korumayı amaçlayan bu doktrine göre; devlet, kendi yarattığı hukuktan önce var olan doğal hukukla bağlıydı ve insanların bu hukuktan kaynaklanan doğal haklarına saygı göstermek zorundaydı. Giderek güçlenen ve yaygınlaşan bu inanç, 18. yüzyılın sonlarına doğru yayımlanan Amerikan Haklar Bildirileri ve 1789 Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Evrensel Bildirisi ile ilk resmi açıklamalarına kavuşmuştur (Kapani, 1987).

    İnsan hakları düşüncesi, toplumsal ve siyasal devrimler ile doğal haklar görüşünün topluma yansıması ve yeni düzenler kurulmasından sonra, daha çok bireycilik akımı çerçevesinde gelişmeler göstermiştir. Süre diyalektiği içinde insan haklarının kendi dinamiği yöneliminde anlam ve içerik bütünlüğü gözetilerek; adalet, eşitlik, özgürlük, güvence, direnme boyutları dikkate alınarak kategorileştirilmesine de gerek duyulmuştur. Bu kategorilerden Birinci Kuşak Haklar olarak tarif edilen hakların oluşum dinamiklerini 17. ve 18. yüzyıl sosyal felsefesinde buluruz. Özellikle ticaret burjuvazisinin etkisi, Amerikan Bağımsızlık Hareketi, Fransız Devrimi’nin getirdikleri, bu hakların oluşumunda belirleyici olmuştur. Bu haklara göre, bireyin devlet karşısında dokunulmaz “özel alanı” vardır. Devlet bu alanı güvence altına alır. Yaşama hakkı, düşünce özgürlüğü, ibadet özgürlüğü, konut dokunulmazlığı, mülkiyet hakkı, eşitlik hakkı gibi haklar bu kategoride gösterilir. Birinci kuşak hakların özelliği negatif statü hakları olmasıdır. Devleti sınırlandıran bu haklar, kişiye devletin, toplumun ve üçüncü kişilerin dokunamayacağı özel, bağımsız bir eylem alanı sağlar (Şeker, 2004).

    İkinci kuşak haklar 19. yüzyılda başlayan devletlerin daha çok sosyal sorumluluklarına gönderme yapan haklardır. Bu haklar devletin vatandaşa hizmet sunma görevleri ile ilintilidir; sosyal güvenlik hakkı, eğitim hakkı, sağlık, beslenme, çalışma hakkı gibi haklar ikinci kuşak haklar kısmında yer alır. İkinci kuşak haklarda, “sosyal eşitlik” düşüncesi vardır. Bireyci felsefe ve öğretinin soyut/biçimsel eşitliğini “sosyalleştirme” iradesi vardır. Bu devletin karışmamasıyla değil, karışarak olumlu bir edimde bulunmasıyla gerçekleşir. Bu nedenle ikinci kuşak insan haklarının çoğu pozitif statü haklarıdır, isteme haklarıdır. Devlete karşı “alacak hakkı” doğuran, ancak devletin seyirci kalmayıp olumlu karışmasıyla gerçekleşen haklardır. Amaç haklardan somut biçimde yararlanmayı sağlayacak ekonomik/maddi olanakların sağlanmasıdır (Şeker, 2004).

    Teknoloji ve bilimsel ilerlemelerin yarattığı çeşitli sorunlar, öğretide “Dayanışma Hakları”, “Yeni Haklar” olarak anılan Üçüncü Kuşak İnsan Hakları’nı doğurmuştur. Örneğin çevrenin denetimsiz, sınaî büyüme ile tahrip edilmesi ve tüketilmesi, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkını gündeme getirmiştir. Barış hakkı, çevre hakkı, gelişme hakkı, herkesin insanlığın ortak mal varlığından yararlanma hakkı üçüncü kuşak haklardır. Bu hakların gerçekleşmesi için salt devlet karışması yeterli değildir, birey ve grupların da çabası gerekir (Gülmez, 2001).

    İnsan hakları, Birleşmiş Milletler Örgütü’nün kurulması ve Anayasası’nda “insan haklarına saygı” ilkesine açıkça yer vermesiyle uluslararası hukuk alanına taşınmıştır. 10 Aralık 1948 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nca kabul edilen “İnsan Hakları Evrensel Bildirisi” içerik olarak somutlanmış ilk evrensel insan hakları listesi dünyaya duyurulmuştur (Çeçen, 2000). 30 maddelik bildiri değer olarak, yönelim olarak insanlık ailesine yukarıda da kısaca bahsedildiği gibi Kişi Hak ve Temel Özgürlükleri’ni ki medeni ve siyasi haklar olarak da kavramsallaştıran bu alan negatif haklar biçiminde, sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel haklar ki pozitif haklar şeklinde, 28 maddede belirtilen denetim ve düzenleme hakları olarak ifade edilenler ise kollektif haklar biçiminde özetlenecek haklar getirmiştir. Ayrıca İnsan Hakları Bildirisi ile insanlar arasındaki fiziksel, ahlaksal farklılığa rağmen insanlara insan olarak değer bahşedilmiştir. İnsan olarak onlara bahşedilen onur ve değer ile bütün insanlara bazı temel hak ve özgürlüklere hak kazandırır. Bu hak ve özgürlükler bütün insanların benzer gereksinmeleri olduğu düşüncesinden kaynaklanır (Oruka, 2002, akt. Şeker, 2004)

    1.3. İnsan hakları ve özürlüler
    Özürlü; doğuştan veya sonradan herhangi bir nedenle bedensel, zihinsel, ruhsal, duyusal ve sosyal yeteneklerini çeşitli derecelerde kaybetmesi nedeniyle toplumsal yaşama uyum sağlama ve günlük gereksinimlerini karşılama güçlükleri olan ve koruma, bakım, rehabilitasyon, danışmanlık ve destek hizmetlerine ihtiyaç duyan kişidir (5378 s.k., madde 3). İnsan hakları ise insanların insan olmaları nedeni ile var olan, her insanın tabi olarak sahip olduğu haklardır. Özürlülerin de sırf insan olmaları nedeni ile bu haklara sahip olduğu gerçeğinin tartışılabilir bir tarafı yoktur.

    Herkes için söz konusu olan insan hakları özürlüler için farklı bir boyut kazanmıştır. Özürlü bir kişinin bağımsız bir şekilde hayatını sürdürebilmesi fiziki çevrenin yeteneklerini kısıtlamamasına bağlıdır. Bununla birlikte geleneksel olarak özürlünün toplum içerisindeki ekonomik ve sosyal yaşamında içinde barındığı evde, ulaşım sisteminde vs. birçok problemi vardır. Dolayısıyla, özürlü kimsenin insan hakları sınırlanmış bir durumdadır (Uşan, 2000). Özürlülerin yaşadığı sorunlarla ilgili önlem alınmadığında birçok insan hakları ihlalini de beraberinde getirmektedir.

    İnsan haklarının düşünsel boyutlarından eşitlik kavramı özellikle özürlülerde önemli bir anlam içermektedir. Yasal eşitlik yanında fırsat eşitliği ile desteklenen demokratik eşitlik anlamlı olmaktadır. Öte yandan, eşitlik ilkesi farklı olma hakkını da içerir. Fakat farklı olmak “farklı muameleye tabi tutulmanın” haklı gerekçesi olmamalıdır.

    Ayrıca yasa önünde eşitlik, eşit yapabilirlik/belirleyicilik anlamına gelmemektedir. Özürlülerin topluma eşit vatandaşlar olarak katılabilmeleri için eşit hakların ötesinde, onların özel durumlarını dikkate alan bazı toplumsal destek mekanizmaları gerekir. Ama bu noktada, farklı ihtiyaçları olanlara eşitlik anlayışının ötesinde bir yaklaşımla destek olunması gerektiği fikrinin yol açabileceği tehlikeleri de gözden kaçırmamak, özel sorunları özel yaklaşımlar gerektiren bireylerin toplumda ikinci sınıf bir konuma itilmelerini önlemeye çalışmak da önemlidir. Bir insanı kendisinden farklı ihtiyaçları olan diğer bir insanın acılarına duyarlı kılan empati duygusu, başkalarının merhamet duygularına bağımlı ikinci sınıf yaratma tehlikesini ortadan kaldırmak çok güç. Bunu önlemenin tek yolu, hak kavramının içerdiği sorumluluk bilincinin kamu kaynaklarının kullanımı belirleyen resmi kurumlarda ifade bulunması gibi görünmektedir (Buğra, 2005).

    Özürlülerin insan haklarının ihlalinde ön plana çıkan kavramlardan birisi de dışlanmadır. Dışlanma, sadece basit olarak kelimenin doğasına indirgenerek incelenebilecek ve basitçe tanımlanabilecek bir durum değildir. Dışlanma, zincirleme olarak birbirlerini takip eden ve birbirinden kopartılamayacak düzeyde birbiri ilişkili birçok hakkın ihlaline yol açan karmaşık durumlar zinciridir. Örneğin; özürlünün ulaşılabilirliğinin olmaması, gelir yetersizliği, önyargı, ya da başka sebeplerle eğitim alamaması onun ilerde kendini ve ailesini maddi ya da manevi anlamda tatmin edici bir biçimde istihdam edilememesi sonucunu doğurabilir. Bu durum gitgide özürlünün hem maddi anlamda yoksullaşmasına hem de manevi anlamda büyük yıkımlara yol açabilir. Bu hikâyeye devam edilirse belki de bu sürecin sonu en temel insan hakkı ihlali olan kişilerin yaşam hakkını elinden alan açlık olgusuna kadar varabilir. Özürlülerin dışlanması ile ilgili olayların nasıl zincirleme biçimde ilerlediğine ilişkin bunun gibi birçok olay örgüsü kurulabilir.

    Özürlüler için insan haklarından sosyal ve ekonomik hakların öneminin gün be gün kanıtlanmıştır. Negatif haklardan yararlanabilmek için pozitif hakların varlığı yaşamsaldır. Çoğunlukla gerçekten eşit olma durumunun sağlanması için, sakatlıklardan dolayı engellenen yurttaşlar için pozitif haklar öngörülür. Tüm yurttaşlar için geçerli olan seyahat özgürlüğü, eğitim hakkı, çalışma hakkı özürlüler içinde tanınmıştır. Hukuken ve politik olarak normal insanlarla eşit olmalarına rağmen gerçekte kamu binalarına giremez, toplu ulaşımdan yararlanamaz, eğitim alamaz. Çünkü var olan bütün düzenlemeler çoğunluk göz önüne alınarak yapılmış ve diğerleri yok sayılmıştır. Özürlülerin sonradan yapabilenlerin dünyasına entegre olmaları için pozitif haklar hayatidir. Tarihsel gelişimi içinde ikinci kuşak haklar olarak ortaya çıkan sosyal ve iktisadi haklar güçlü yatırım mekanizmalarıyla güvencelenmedikleri için, pratikte negatif statü haklarının gerisinde kalmıştır. Dünyada milyonlarca insanı tehdit eden yoksulluk sorunu, işgücü piyasasının dışında kalan, gelirleri düşük olan dezavantajlı grupların özelde de özürlüler için temel insan haklarının ve kişi haklarının kullanılması için sosyal ve ekonomik hakların koşul niteliğinde olduğu açıktır.

    Aslında özürlülük bir insan hakları sorunudur. Bu durumda sorun özürlü kişinin kendisi değil fırsat eşitsizliği yaratan toplumdur. Özürlülerle özürlü olmayan kimselerin aynı haklara ve yükümlülüklere sahip olduğu bir ortam oluşturmak da toplumun sorumluluğudur. Bu da insan hakları ihlallerine meydan verilmeyen bir ortam sağlamak anlamına gelir. (Uşan, 2000)

    2. Özürlü Haklarının Uluslararası Düzeyde Gelişimi

    Tarihte özürlülerin, yaşadıkları toplumun geleneksel yapısına göre farklı hikâyeleri bulunmakla birlikte, genel olarak ikinci sınıf, yardıma ve bakıma muhtaç, bağımsız olarak yaşamını sürdüremeyen, yönlendirilmeye ve himayeye ihtiyacı olan bireyler olarak görüldükleri bilinmektedir. Ortaçağ’da özürlü insanlar büyücülük, kötülük, günah kavramlarıyla ortak algılanmış “şeytan” ve “cadı” olarak nitelendirilmiş, dini temelli oluşumlar olan yardım çatıları altında, toplumdan tamamen izole edilerek yaşamaya mahkûm edilmişlerdir. Şüphesiz Ortaçağ’da kurumlara yerleştirilerek toplumdan izole edilen tek çatı altında dini temelli merhametle bakılan ve ikinci sınıf insan muamelesi gören özürlüler herhangi bir sosyal hakka sahip değildir. Bu tür uygulamalar zaman içinde yardım kurumlarının kurulması ve daha sonra bunların ilk özürlü örgütlerine dönüşmesiyle son bulmuştur (Çağlayan, 2006).

    Endüstri devrimi, özürlüler için yeni zorluklar getirmiş, yeti yitimi olan yoksul kişiler kategorize edilerek oldukça dramatik koşullarda yaşamaya mahkûm edilmiş, sayıları ise her geçen gün artmıştır (Çağlayan, 2006). Sanayi ile birlikte fabrika sistemi ve emeğin ücretlendirilmesi yükselmiş, özürlüler üretime katkı sağlayabileceklerine rağmen sakatlıklarından dolayı işgücü piyasasının dışına itilmiş ve marjinalleştirilmiştir.

    1940’lı yılların sonunda özürlülük uluslararası alanda tartışılır bir durum haline gelmiştir. Bunda 1900’lü yılların ilk yarısında yaşanan iki büyük dünya savaşının maddi ve manevi değerler bakımından akıl almaz yıkımlara yol açması ve var olan özürlü nüfusuna milyonlarca özürlü nüfusun eklenmesi önemlidir.

    Birinci ve ikinci dünya savaşları milyonlarca genç işgücünü cephelere sürmüş, buna karşılık üretim piyasasında meydana gelen işgücü kaybı kadınlar ve yaşlılarla birlikte sakatlarla giderilmeye çalışılmıştır. Bu durum sakatları hangi işleri yapabilecekleri konusunda önemli bir deneyim sağladı ve mesleki rehabilitasyon ve mesleki ve teknik eğitim ile bilimsel iş analizlerinin gerekliliğini ortaya çıkardı. Savaşta sakatlanan insanlarla, savaş karşıtı hareketlerin ittifakı ile oluşturulan kampanyalar, sakat hakları sorununu tüm çağdaş toplumların önüne koydu.

    Savaşın taraflarının çoğunluğunun gelişmiş ülkeler olması özürlülüğü daha görünür hale getirdi. Artan özürlü nüfusunun sağlık ve psikolojik yardıma taleplerinin artması ülkeleri bu konularda belirli düzenlemeler yapmaya yöneltti. Amerika, Fransa, İngiltere ve diğer ülkeler özürlülük sorununun farkına vardılar ve uluslararası politikalarda ve özellikle Birleşmiş Milletler vasıtasıyla özürlülüğün ekonomik ve sosyal yükümlülüğünü gidermek için birlikte çalışma ve bilinci yükseltmek için etkilerini kullandılar.

    Bu dönemde özürlülükle ilgili çalışmalar ve işbirliği bir zorunluluk sonucu ortaya çıktı. 1940’lı yıllara kadar özürlü insanların problemleri ile ilgili çözüm yaratan politikalar bulmak çok zordu. Özürlülük konusu ekonomik ve sosyal bir problem olması ile birlikte dikkat çekti. Gelişmiş ülkelerin özürlülük konusunu Birleşmiş Milletler’in gündemine almaya karar verdiler.

    Birleşmiş Milletler ilk yıllarda özürlülere yönelik çalışmaları özürlülerin yaşam kalitelerini yükseltmeye yönelik olmuştur. Özürlülerin rehabilitasyonu ve eğitimi gündemin en üstünde yer alan konular olmuştur.

    Özellikle II. Dünya Savaşı’nın ardından özürlü bireylerin vatandaşlık hakları eskiye kıyasla daha çok dikkate alınmaya başlandı. Özürlü bireylerin toplumdaki diğer bireyler gibi her türlü vatandaşlık hakkına sahip oldukları varsayılmıştır. Bununla birlikte pek çok ülkede anayasayla güvence altına alınmış ve yasalarla desteklenmeye çalışılan bu haklar çoğu kez kâğıt üzerinde kalmış, günlük yaşamda tam olarak işlerlik kazanamamıştır.

    Özürlülerin belli hakları edinimleri 1980’li yıllara kadar mümkün olmamıştır. Dini ve politik temelli geliştirilen yaklaşımların yanında özellikle iki model; tıbbi ve sosyal yaklaşımlar insan ve vatandaşlık hakları açısından önemlidir.

    2.1. Tıbbi (medikal) model ve özürlülük
    Tıbbi modelde, özürlülük biyolojik bir engelle tanımlanır ve özürlü kişi yetersiz ve yoksun olarak görüldüğü için bakım ve tedaviye gereksinimi olduğu, yetersiz durumu ile ancak bu şekilde baş edilebileceği düşünülür. Dolayısıyla özürlü kişi kendi yaşamına yönelik kararları verme sorumluluğunu taşıyabilecek kapasitede dahi görülmemekte, yaşadığı toplumda vatandaş olarak kendine sunulan tek olanak ve hak, doktor, terapist, danışman veya öğretmen gibi profesyonellerin belirlediği biçimde aldığı tedavi, rehabilitasyon, özel eğitim, danışmanlık veya terapiden öteye gitmemektedir (Çağlayan, 2006).

    Yeteneklerinin sınırlı olduğuna inanılan özürlüler aşırı kollayıcı koruyucu tutumlara hedef olmaktadırlar. Sonuçta Charlton’un da belirttiği gibi özürlü insanlar kendi hayatlarının sorumluluğunu alamaz gibi görünen bir çeşit paternalizm (vesayetçilik) söz konusudur. Kısacası hasta rolü, özürlü insanı bağımsızlıkları yani insan kişiliğinin temel özelliği olan kendi hayat meselelerini kontrol etme durumundan yoksun bırakır (Charlton, 1998).

    1970 ve 1980’li yıllara gelindiğinde ise özürlüler ve özürlü örgütleri ilk kez toplumsal bir grup olarak varlık göstererek çeşitli protestolarla “tıbbi yaklaşımı” eleştirmeye başladı. Özürlü hakları hareketine göre tıbbi model çözüm değil, sorunun bir parçasıdır. Tıbbi Modele ilişkin süregelen tartışmalar soru işaretleri ve kuşkular zamanla bambaşka bir modelin doğuşuna da ortam hazırlamıştır. Farklı ülkelerde benzer isimlerle, sorunun özürlüdeki fonksiyon kaybı değil, toplumda olduğunu vurgulamışlar buna paralel olarak “sosyal modeli” tartışmaya açmışlardır. Geliştiren bu yeni yaklaşım, özürlülük literatüründe “sosyal model” olarak anılmaktadır

    2.2. Sosyal model ve özürlülük
    Özürlülerin bireye indirgenmesi ile özürlülük probleminin, herhangi bir yetersizliğin sonucu oluşan fonksiyon sınırlılığı ya da kaybına bağlı olarak oluştuğu düşüncelerine tepki niteliğinde ortaya çıkmıştır. Bu model çerçevesinde, yetersizliğin varlığı reddedilmemekte; fakat bunun bir problem olarak yaşanması bireyde değil toplumda aranmaktadır (Karçkay, 2002). Kısaca, sosyal model ile özürlülük probleminin bireysel sınırlılığa bağlı olarak değil, toplumun gerekli hizmetleri sunmamasından ve özürlülerin ihtiyaçlarını dikkate almamasından kaynaklandığı öne sürülmektedir. Bu bağlamdaki tartışmalarda da ele alındığı gibi, özürlülük özürlüleri toplumsal düzeyde sınırlandıran şeylere bağlı olarak gelişir, bu nedenle toplumsal olarak yaratılan her türlü sosyal ve fiziksel engel özürlülüğün sağlık hizmetinden yararlanmasını, eğitim almasını, bir iş edinmesini, her türlü toplumsal hizmete ulaşmasını ve bu hizmeti kullanarak bundan faydalanmasını, kısaca her türlü vatandaşlık haklarını kısıtlayarak özürlünün yoksullaşmasına, güçsüzleşmesine ve özürlünün toplumdan ve toplumun özürlüden uzaklaşmasına neden olur. Özürlülük, politik olarak insan hakları sorunu haline gelen ve sosyal değişim gerektiren düşünsel, ideolojik ve politik bir konudur (Çağlayan, 2006).

    1960’lı yıllarda özürlü bireylerin rehabilitasyonun temel prensiplerinin oluşturulması ile birlikte toplum içinde özürlü bireylerin durumlarını düzeltmek, yaşam seviyelerini yükseltmek Birleşmiş Milletler’in aktivitelerinin merkezini de oluşturmaya başladı. Amaç sadece özürlülüğü engellemek değil toplumun bir parçası olan özürlü nüfusun desteklenerek toplum içinde entegrasyonunu sağlamaktı. Bu bütünleşmenin sağlanması için en önemli ve gerekli adımlardan birisi toplumun özürlülük konusunda bilinçlendirilmesidir.

    Toplumsal yaşamın hemen her alanında görülen özürlü haklarının ihlali gibi sorunlar, yasaların uygulanmasındaki aksaklıklar, özürlülük mevzuatındaki yetersizler yeni bir hareketin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Yetmişli yıllardan itibaren başta ABD ve İngiltere olmak üzere gelişmiş batı ülkelerinde biçimlenen özürlülük hakları hareketi, esas olarak özürlü bireylerin ortak bir hedef doğrultusunda örgütlenmesiyle gündeme gelmiştir. Ortak hedef, özürlü bireylerin haklarının politik eylem platformunda dile getirilmesi, savunulması ve güçlendirilmesidir.
    Özürlü Hakları Hareketi’nin başlıca amaçları şöyle özetlenebilir

    • Özürlülerin kendi seslerini dayanışma içinde topluma en etkili şekilde duyurmak,

    • Özürlülerin bağımsızlığı ve “kendi kaderini belirleme” ilkesini hayata geçirmek,

    • Özürlü bireyleri toplumla gerçek anlamda bütünleşmelerinin önündeki engelleri yıkmak ve savunuculuk yapmak üzere kendi inisiyatiflerinde olan örgütler oluşturmak,

    • Özürlü bireylerin özel ve kamusal yaşamlarını etkileyen ve düzenleyen her türlü yasayı özürlülere yönelik ayrımcı hükümlerden tümüyle arındırmak (Arıkan, 2002).

    Özürlü Hakları Hareketi esas olarak özürlülerin vatandaşlık haklarını vurgulamaktadır. Bunun temel nedeni, özürlü bireylerin sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel, sağlık, eğitim vb. haklarının sistematik olarak görmezden gelinmesi hatta çiğnenmesidir.

    1970’li yıllarda ve önceki yıllardaki girişimler özürlülük hakkında bir farkındalık yaratmak açısından yol gösterici olmuştur. 9 Aralık 1975 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nca Özürlü Hakları Bildirgesi özürlülerin haklarını korumak için kabul edilmiştir. 13 maddeden oluşan bu bildiri uluslararası tarihi bir belge niteliğinde olup, özürlü kişilerin tolumda gereken yerlerini alarak yaşamaları ve topluma üretken bireyler olarak katılmaları konusundaki haklarını ve aynı zamanda toplumun özürlülere karşı yükümlülüklerini belirlemektedir (I. Özürlüler Şurası, 1999). Bu bildirinin özellikle 3. maddesinde özürlü kişiler, doğuştan sahip oldukları insanlık onurlarına saygı gösterilmesi hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. Yine aynı maddede engellerinin veya özürlerinin sebebi, niteliği ve ağırlığı ne olursa olsun bütün özürlü kişiler, aynı yaştaki vatandaşlar ile aynı temel haklara sahiptir; bu hakların başında ve hepsinden önce, mümkün olduğu kadar normal ve tam bir insan gibi nezih bir hayat yaşama hakkı vurgulanmıştır.

    1980’li yıllarda tam katılım ve eşitlik vizyonu Birleşmiş Milletler’de de hakim oldu. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nca 1981 yılı “tam katılım ve eşitlik” teması altında Uluslararası Özürlüler Yılı olarak belirlendi. 1983-1992 yılları kapsamında on yıllık bir özürlüler programı oluşturuldu ve bu on yıl, “Dünya Sakatlar On Yılı” olarak ilan edildi. Söz konusu dönemin parolası olarak “Eşitlik ve Toplumsal Yaşama Tam Katılım” anlayışı kabul edilmiş, tüm ülkelerin özürlüler için eylem planı yapmaları, bunları uygulamaları “Eşitlik ve Toplumsal Yaşama Tam Katılım” konusunda yasal ve fiili gelişmeler sağlamaları istenmiştir. Ayrıca Birleşmiş Milletler 10 yıllık özürlüler programı çerçevesinde “Sakatlar İçin Fırsat Eşitlikleri” konulu kılavuz hazırlanmış, bu kılavuzda özürlülük programlarının geliştirilmesi için ana ilkeler, politikalar, etkinlik alanları ve çözüm yolları yer almıştır (I.Özürlüler Şurası, 1999).
    Özellikle Birleşmiş Milletler Özürlü Hakları Bildirisi pek çok ülkede özürlülük alanında önemli adımlar atılmasına yol açmıştır. Bunlar arasında 1990 yılında ABD’ de yürürlüğe giren Amerikan Özürlü Hakları yasası (ADA), kökleri özürlü hakları hareketine uzanan önemli yasalardan biridir. Özürlü bireylerin haklarının korunması ve toplumla bütünleşmesi önündeki engelleri kaldırmayı hedefleyen en yeni kanunlar arasında yer alır. Özürlülükle ilgili farkındalık ve bilinç düzeyinin artması anlamında önemli adımlardan biri olmuştur.

    Özürlülüğe yeni bir yaklaşım getiren “Sakatlar İçin Fırsat Eşitliği Hakkında Standart Kurallar” Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 20 Aralık 1993 tarihinde yapılan toplantısında alınan kararla kabul edildi. Özürlülerin eşit ve etkin katılımları için ön koşulları, hedef alanlarını, yürütme önlemlerini ve izleme mekanizmasını içeren bu 22 kuraldan oluşan “Standart Kurallar”, 1975 yılında kabul edilen “Özürlü Hakları Bildirge”sindeki, temel hakları daha ayrıntılamakta ve kapsamlı bir biçimde yeniden tanımlamaktadır (Osunluk, 2002).

    Eşit haklar ilkesinin öne çıkardığı bu kurallar, “tek tek her bireyin gereksinimlerinin diğerleri ile eşit önemde olmasını, bu gereksinimlerin toplumların planlanmasında esas alınmasını ve bütün kaynakların bütün bireylere eşit katılım fırsatı tanıyacak biçimde kullanılmasını” öngörmekte kurallar belgesinin giriş bölümünde şu noktalar vurgulanmaktadır: “Özürlü insanlar toplumun üyeleridir ve kendi yerel toplumları içinde kalma hakları vardır. Gereksinim duydukları desteğe, eğitim, sağlık, istihdam ve sosyal hizmetler alanındaki normal yapılar içinde ulaşabilmeleri gerekir (UNICEF, 2002, akt., Osunluk, 2002).

    1993 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul edilen Sakatlar Konusunda Fırsat Eşitliğine ilişkin Standart Kurallar’ın uygulanması üye devletlere tavsiye niteliğindeydi. Alınan hakların ekonomik güç, toplumsal yaşam standartları geri olan ülkelerde uygulanması mümkün olamıyordu. Bu sebeple Dünya Körler Birliği’nin Genel Kurul toplantısında Standart Kuralların uluslararası bir sözleşme haline getirilmesi kararı alındı. Birleşmiş Milletler bünyesinde ayrımcılığa karşı sakatların haklarını ayrıntılarıyla düzenleyen uluslararası bir sözleşmenin hazırlanması için gerekli çalışmalar başlatıldı. 30 Mart 2007 tarihinde üye devletlerin imzasına sunularak Türkiye dahil 81 ülke tarafından imzalanmıştır.

    Birleşmiş Milletler gibi Avrupa Konseyinin “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi”, “Avrupa Sosyal Şartı” ve “Avrupa Kentsel Şartı”nda da özürlüler gibi düzenlemeleri mevcuttur. Sosyal şart içinde özürlülerin çalışma hayatına ilişkin hükümlere yer verilmiştir. Mesleki eğitim, mesleğe ve topluma yeniden intibakları yönünde haklar ve tedbirlere yönelik bir düzenlemedir.

    3. Özürlü Haklarının Türkiye’de Gelişimi

    Türkiye’de, 1950’li yıllara kadar sürdürülen faaliyetler daha çok tıbbi bakım konusunda olmuştur. Bu dönem içerisinde özürlülerin toplumda yer alma biçimini büyük ölçüde dini inanışlar belirlemektedir. Özürlülere yönelik yardım güdüleri tanrı sevgisini, sevap kazanma, acıma duyguları ve yardımseverlik arzularına dayanmaktadır. Özürlülük nedenleri, kadere bağlılık kavramı ile tanrısal bir takdir olarak açıklanmaktadır (Altan, 1976, Akt. Karçkay, 2002). Bu nedenle tıbbi bakımın yanı sıra, hayır amaçlı kurulmuş vakıflarda özürlülere yönelik hayır amaçlı faaliyetler sürdürmüşlerdir.

    Türkiye’de 1950’li yıllarda öncelikli özel eğitimin altyapısını oluşturan çalışmalar başlatıldı. 1951 yılından itibaren özel eğitim uygulanmaya başlandı. Yine aynı yıl Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde ilk körler okulu açıldı. 1951 yılında çıkarılan bir yasa ile daha önce Sağlık Bakanlığı’na bağlı olan özel eğitim hizmetleri Milli Eğitim Bakanlığı’na devredilmiştir. Bu hareketin en önemli hatta dönüm noktası sayılabilecek özelliği bu konunun sadece bir sağlık konusu olmadığının farkına varılması ve eğitim boyutunun ağırlık kazanmaya başlamasıdır (I. Özürlüler Şurası, 1999).

    1960’lı yıllar toplumsal uyanışın ve kitle hareketinin yaygınlaştığı yıllar olmuştur. Buna paralel olarak özellikle görme özürlüler arasında hareketlenmeler ve hak arama mücadeleleri dikkat çekmektedir. Körler okullarından mezun olup lise ve yüksekokul eğitimini tamamlayan görme özürlülerin sayısı artmaya, görme özürlüler arasında meslek sahibi kişiler artmaya başlamıştır. Bu dönemde özürlülerin eğitilebileceği ve üretken hale geleceği düşüncesi toplumda yayılmaya başlamıştır.

    1961 Anayasası’nda “sosyal devlet” ilk kez benimsenmiş ayrıca 1961 Anayasası temel hak ve hürriyetleri geniş ve sistematik bir şekilde düzenlemiştir. Klasik kişi hak ve hürriyetleri ile siyasal haklar genişletilerek güçlendirilmiş, “sosyal haklar ve ödevler” ilk defa sistematik olarak bu anayasada düzenlenmiştir.

    1961 Anayasası’nda özürlülerin üretken hale getirilmesi ve özel eğitimi ilişkin maddeler açıkça yer alırken, İlköğretim ve Eğitim Kanunu’na özel eğitimle ilgili hükümler kurulmuş ve yasaya dayanılarak ilk defa “Özel Eğitim Yönetmeliği” çıkarılmıştır.

    1960’lı yıllarda özürlülerin rehabilitasyonu konusu ele alınmıştır. 1976 yılında işsiz özürlüleri ve 62 yaş üzerindeki yaşlıları belirli gelire kavuşturan 2022 sayılı yasa çıkarılmıştır. 1971 yılında 1475 sayılı İş Yasası’nda değişiklik yapılarak engellilere % 2 kontenjan tanınmıştır. Böylece 1980’lere kadar özürlülerin eğitimi, rehabilitasyonu, istihdamında ve istihdam edilemeyenlerin belirli bir gelire kavuşturulması yolunda kısmi de olsa bazı ilerlemeler gözlenmiştir.

    1982 Anayasası’nda “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetmeksizin kanun önünde eşittir (Madde 10) hükmü yer almaktadır. Anayasa’da direkt özürlü kelimesi kullanılmamakla birlikte benzeri sebepler kısmına özürlüleri de dahil edebiliriz. Yine devletin temel görevinin sosyal, hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmak olduğu 5. madde de vurgulanmıştır.

    Anayasal anlamda devlet, kendisini oluşturan bireylerin “insan haklarına” saygılı olmak ve bu haklara ulaşmada çıkan engelleri de kaldırmak durumundadır. Söz konusu engelleri kaldırırken bir başka ifadeyle toplumda eşitlik sağlanırken eşit olmayan insanların doğuştan gelen ve sonradan ortaya çıkan eşitsizlikleri arasında bir denge oluşturmalıdır. Bu bağlamda, özürlüler de toplumla bütünleşmek “insanlık haysiyetine yaraşır bir yaşam seviyesini” talep etmek hakkına sahiptirler. Devletlerde bu kimseler için özel koruyucu önlemleri almalı ve gerekli düzenlemeleri yapmalıdır.

    Nitekim; Anayasa Madde 61/2 ye göre “Devlet, sakatların korunmalarını ve toplum hayatına intibaklarını sağlayıcı tedbirleri alır.” Bu arada Madde 42/7’de devlet, durumları sebebiyle özel eğitime ihtiyacı olanları topluma yararlı kılacak tedbirleri alması gerektiği vurgulanmıştır.

    Ülkemizde 1980’li yıllara kadar özürlülere yönelik düzenlemeler sistemli olmasa da başta Anayasa olmak üzere ulusal mevzuatımızda yer almıştır. Bu süreç içerisinde özellikle özel eğitim ve özürlülerin istihdamını sağlamaya yönelik, kota yöntemi ile ilgili düzenlemelere gidilmiştir. Birleşmiş Milletler’in 1981 yılını “Uluslararası Özürlüler Yılı” olarak ilan etmesi ve 1983 yılından başlamak üzere izleyen yılı “Dünya Özürlüler 10 Yılı” olarak kabul etmesi, bu anlamda Türkiye’de de bazı çalışmaların yapılmasının hazırlayıcısı olmuştur. 1981 yılında, Birleşmiş Milletler’in önerileri dikkate alınarak, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bünyesinde oluşturulan ve 1985 yılında sürekli kurul şekline dönüştürülen Sakatları Koruma Milli Koordinasyon Kurulu çalışmalarına başlamıştır.

    Sakatları Koruma Milli Koordinasyon Kurulu 1997 yılına kadar çalışmalarını sürdürmüş Başbakanlık Özürlüler İdaresi Başkanlığı’nın (ÖİB) kurulmasıyla görevi sona ermiştir.

    Ülkemizde özürlülükle ilgili görev üstlenmiş Başbakanlık’a bağlı pek çok kurum ile bakanlık düzeyindeki örgütlenmeler vardır. Özürlülere yönelik hizmetler bu kurum ve kuruluşların bünyesinde yasal düzenlemelere dayanılarak yıllarca sürdürülmüştür. Ancak yasal düzenlemelerin çokluğu ve özürlülükle ilgili hizmette görevlendirilmiş kurumların çokluğu ve dağınıklığı hizmet sunumunu da olumsuz etkilemiştir. Daha etkin ve verimli hizmet sunulmasını sağlamak için ve kararların tek elden koordine edilmesi amacıyla Özürlüler İdaresi Başkanlığı kurulmuştur.

    571 sayılı “Özürlüler İdaresi Başkanlığı Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname” ile kurulan Başkanlık’ın amacı, “özürlülere yönelik hizmetlerin düzenli, etkin ve verimli bir şekilde yürütülmesini temin etmek için; ulusal ve uluslararası kurum ve kuruluşlar arasında işbirliği ve koordinasyonu sağlamak, özürlüler ile ilgili ulusal politikaların oluşmasına yardımcı olmak, özürlülerin problemlerini tespit etmek ve bunların çözüm yollarını araştırmaktır(571/KHK, 1997). ÖİB’nin teşkilat ve görevlerinin düzenlenmesi 3.12.1996 tarih ve 4216 sayılı Yetki Kanunu’na dayanılarak, Bakanlar Kurulu’nca 25.03.0997 tarihinde kararlaştırılmıştır.

    Bu çerçevede, kurum ve kuruluşlar arasında işbirliği ve koordinasyonu sağlamak, özürlülerle ilgili ulusal politikanın oluşmasına yardımcı olmak, özürlülerin problemlerini tespit etmek ve bunların çözüm yollarını araştırmak üzere Özürlüler İdaresi Başkanlığı’nın kurulmasını öngören 571 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 2. maddesindeki altı bendlik esaslar, Standart Kurallar’ın temel ilkelerini içermektedir. Aynı KHK ile oluşturulan Özürlüler Yüksek Kurulu ve Özürlüler Şurası, Standart Kurallar’ın belirlediği, özürlülerin ve özürlülere yönelik hizmet veren sivil toplum örgütlerinin en geniş katılımla temsilini öngörmektedir.

    Yine 4216 sayılı Yetki Kanunu’na dayanılarak 572 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun Hükmünde Kararname 6 Haziran 1997 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu KHK ile;

    3194 sayılı İmar Kanunu, 3030 sayılı Büyükşehir Belediyelerinin Yönetimi Hakkında Kanun Hükmünde Kararname, 1580 sayılı Belediye Kanunu, 2828 sayılı Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kanunu, 3294 sayılı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Kanunu, 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu, 5434 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanunu, 1479 sayılı Esnaf ve Sanatkarlar ve Diğer Bağımsız Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kurumu Kanunu, 3359 sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu, 1543 sayılı Genel Nüfus Sayımı Kanunu, 298 sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanunlar’ın ilgili maddelerinde özürlülere yönelik düzenleme ve değişiklik yapılmıştır.

    Özel eğitim hizmetlerinin istenilen nitelik ve nicelikte yaygınlaştırılamaması nedeniyle, Bakanlar Kurulu Kararı ile aynı yetki yasasına dayanılarak, 06 Haziran 1997 tarih ve 573 sayılı Özel Eğitim Hakkında Kanun Hükmünde Kararname yürürlüğe konulmuştur.

    3 Aralık 1999 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk özürlüler şurası gerçekleştirildi. I. Özürlüler Şurası’nın teması “Çağdaş toplum, çağdaş yaşam ve özürlüler” olarak belirlendi. Özürlülerle ilgili tüm kesimleri bir araya getiren ilk ve tek platform olması ve özürlüler ilgili tüm konuların ilk defa bir arada görüşülmesi ve tartışılması nedeniyle özürlülük açısından önemli bir şura olmuştur.

    Ülkemizde özürlülere yönelik mevzuatın yetersiz olması ve yüzlerce yasa, tüzük ve yönetmeliğe dağılmış cümle ve paragrafçıklardan oluşması bu haklara ulaşma olanağını engellemekteydi. Bu yasal dağınıklık hizmetlerin etkin ve verimli planlanması ve uygulanmasının önünde engel oluşturmaktadır. Özürlülerle ilgili her alanı kapsayan bir bütüncül yasa çıkarılması gereği sonucu 07.07.2005 tarihinde 5378 sayılı “Özürlüler ve Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Yasa bütünlükçü ve kapsamlı olması ve bugüne kadar edinilmeyen birçok hakka işaret etmesi açısından önemlidir. Ayrımcılıkla mücadele eksenli bir sosyal politika çerçevesini belirleyen bir yasadır. 2004 tarihli 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun ayrımcılığı düzenleyen 122. maddesine özürlülük ibaresi eklenmiştir. Ancak yasada ayrımcılık tanımı yapılmadığı için ayrımcı uygulamalar karşısında suç duyurusunda bulunma hakkı kullanılamamaktadır.

    Kentsel yapılanma konusunda “Özürlüler Yasası” kamusal alan sakatlara göre en geç yedi yıl içinde özürlülerin erişilebilirliğine uygun duruma getirime koşulu getirmiştir. Ancak ve 7 yıl gibi uzun bir süre verilmesine karşın, uygulanabilmesi için gerekli yönetmelik ve yaptırımlar konusuna da değinilmemektedir

    Korumalı işyerleri ve bakım hizmetleri özürlüler yasası ile düzenlenmiştir. Bakım hizmetleri ve bakım aylığına ilişkin düzenlemeler getirilmiştir.
    25-28 Eylül 2005 tarihleri arasında II. Özürlüler Şurası gerçekleştirildi. Şuranın teması “Yerel Yönetim ve Özürlüler” olarak belirlendi. I. ve II. Şura’da alınan kararların benzerliği özürlük alanında uygulamada yaşanılan sıkıntılarıda göz önüne sermektedir. İki şura arasında altı yıl geçmiş olmakla birlkte özellikle istihdam ve ulaşılabilirlik ile ilgili aktarılan sorunlar benzerlik göstermektedir.

    Ülkemizdeki özürlülere yönelik yasal düzenlemeler; sosyal hukuk devleti anlayışı içerisinde ve pek çok uluslararası sözleşmelerle güvence altına alınmaya çalışılmaktadır. Görüldüğü gibi Türkiye’de özürlü hizmetlerine yönelik hizmetler çoğunlukla devletin kamu kurumları tarafından yürütülmekte ve anayasanın, uluslararası sözleşmelerin izlerini taşımaktadır. Yasalarda eksiklikler olmasına rağmen özürlü hakları açısından önemli gelişmeler gelmiştir. Ancak uygulamada önemli sıkıntılar vardır. Toplumda özürlülüğe yönelik önyargılar, yanlış bilgiler, bilgisizlik ve korku yasaların uygulanmasını ve özürlülerin toplumsal hayata katılımında önemli sorunları beraberinde getirmektedir.

    Özürlülerle İlgili Sosyal Politika


    Bilindiği gibi “Sosyal Politika”, bir toplumda sosyal sorunları açısından farklılaşma gösteren birtakım nüfus gruplarının fırsat eşitliği, sosyal adalet, sosyal güvenlik gibi gereksinimlerinin insan hak ve özgürlükleri temelinde ve toplumsal bütünleşmeyi göz ardı etmeyecek biçimde bir dizi önlem ve eylem vasıtasıyla gerçekleştirilmesini amaçlar. Maddi yoksunluk, kişiler arası ilişki yoksunluğu, fırsat yoksunluğu, bireysel haklar yoksunluğu vb. sorunlardan etkilenen bu nüfus grupları arasında özürlüler, önemli bir yer kapsamaktadır (I. Özürlüler Şurası,1999).

    Bu noktada sosyal olan, her şeyden önce insanla ilgili olandır; ancak insanın tüm sorunları sosyal sorun olarak nitelendirilemez. İnsanın sosyal sorunları iki grupta toplanabilir:

    1. İnsanların bedensel ve zihinsel gelişmesi, maddi refahı, tüm yeteneklerini geliştirmesi, tüm olanakların kullanması ile ilgili sorunlar.Bu açıdan sosyal sorunlar kişinin sağlığı ile, bedensel gelişmesi ile yaşama olanakları yani iş hayatı ve bunlarla ilgili hastalık, yaşlılık, özürlülük, işsizlik vb. tüm sorunları, bunun yanında insanın bedensel, ruhsal gelişmesi, kişiliğinin, yetenek ve olanaklarının geliştirilmesi ile ilgili eğitim öğretim toplumsal hayatta ilerlemesi gibi sorunları kapsar.

    2. İnsan doğduğu andan itibaren çeşitli kuruluşlar içinde yer alır, bunlara bağlı olarak yaşar, gelişmesini bu kuruluşlar içinde tamamlar aile, mesleki kuruluşlar gibi. Buda sosyal yapı sorunlarını ortaya çıkarır (http://www.canaktan.org/politika/ref...eti/kavram.htm) .

    Özürlüler politikasının bakış açısı; eğitim, sağlık, istihdam, sosyal güvenlik ve toplumsal yaşama tam katılım gibi temel sorun alanlarında özürlülerin, fırsat eşitliğinden yararlanan bir grubu olarak kabul edilmesidir. Genelde ayrımcılıktan uzak kalıp, özürlülerin kapasitelerini geliştirmek, yaşam koşullarını iyileştirmek, toplumsal gelişmelerden pay almalarını sağlamak bağımsızlaşmalarına destek verecek olanaklardan yararlanmalarını temin etmek, özürlüler politikalarının yadsınamaz sorumluluklarıdır (I. Özürlüler Şurası, 1999).
    Sosyal politikanın eyleme dönüşmesinin garantisi, yasallaşmasıdır. Bu aşama, politik iradenin değerlendirilmesine tabidir. Onun için Cumhuriyet döneminde hükümet programlarında özürlüler politikasına ilişkin programların irdelenmesi ve ayrıca 60’lı yılların başından bu yana ülkemizde uygulanan Beş Yıllık Kalkınma Planları’nda (BYKP) özürlülere ilişkin politika uygulama ve stratejileri incelenmesinin önemli olduğunu düşünüyorum.

    31. Hükümet’e kadar hükümet programlarında özürlülerle doğrudan doğruya ilgili bir öngörüde bulunulmamış, genel sağlık ilkeleri ve sosyal güvenlik kapsamının genişletilmesi ile ilgili öngörülerle yetinilmiştir. Bu hükümet dönemine kadar devletin özürlülerle ilgili doğrudan bir politikası olmamıştır. 31. Hükümet (3.11.1967) programında ilk kez doğrudan özürlülerle ilgili bir öngörüde bulunulmuş, “sakatların parasız tedavi imkanlarına kavuşturmak” hedeflenmiştir.

    1980’li yıllara kadar Hükümet programlarında doğrudan özürlülerle ilgili herhangi bir politikaya rastlanılmamış; genel sağlık, sosyal güvenlik sistemlerinin genişlemesi yer verilmiştir. Özürlülüğün bir sağlık sorunu olarak değerlendirildiği bu döneme kadar ki hükümet programlarında da görülmektedir. Özürlülerin eğitimi, toplumsal yaşama katılımı, istihdamı ile ilgili düzenlemeler yapılmamıştır. 47. Hükümet (15.11.1989) “toplumsal olarak korunması gereken sakatlara yönelik hizmetlerin koordinasyonu ve istihdamı hususlarına ayrı bir önem verilecek” öngörüsünde bulunarak, özürlülerin istihdam sorunlarına yönelmiştir. 48. Hükümet ile (30.06.1991) birlikte bu döneme kadarki hükümet programlarında özürlüler için gerekli sosyal ve yasal düzenlemelere yönelik çalışmalara ağırlık verilmesi belirtilmiştir.

    Hükümetler tarafından özürlülerin ve onların sorunlarının farkına varılması, 80’ li yılların başlarından itibarendir. Bu da özürlülerin korunması, bakılması, sosyal güvenlik kapsamında yer almalarının sağlanması, istihdam gibi konularda düzenleme getirilmesi şeklindedir. Özürlülerin fırsat eşitliğine yönelik değil, yalnızca korumaya yönelik düzenlemeler şeklindedir. 90’lı yıllardan itibaren özürlülerin toplumsal yaşamda yer almalarının ve eğitimlerinin sağlanması, bunun için gerekli tedbir ve desteğin verilmesi üzerinde durulmaya başlanmıştır.

    Özürlülük konusu, beş yıllık kalkınma planları’nda “Sosyal Hizmet ve Yardımlar” başlığı altında, özel ilgi grupları içinde yer almıştır.

    1. BYKP’ında (1963-1967) özürlülerin sosyal korunma gereksiniminin de diğer gruplarla birlikte acil ve yoğun olduğu vurgulanmış, ancak özürlülere yönelik politikalar ayrıntılı yer verilmemiştir. Mevcut hizmetlerin dağınık ve yetersiz olması nedeniyle, çeşitli kuruluşlar arasında bir işbirliği sağlamak amacıyla Sosyal Hizmetler Kurumu’nun kurulması gerektiği planda yer almış olmasına rağmen, bu gerçekleştirilememiştir. 2. BYKP’ında (1968-1972) özürlülerin eğitimi ile ilgili sıkıntılar belirtilmiştir. 1475 sayılı İş Kanunu’nun 1971 yılında kabul edilmesiyle, Kanunu’n 25. maddesi uyarınca sakatların istihdamını düzenleyen bir tüzük çıkarılmıştır. 3. BYKP (1973-1977) döneminde, özürlüleri de kapsayan önemli bir düzenleme olarak değerlendirilebilecek 2022 sayılı yasa 1977 yılında yürürlüğe girmiştir.
    5. BYKP’ nda (1985-1989) 1981 yılında Sakatları Koruma Milli Koordinasyon Kurulu, 1982 yılında Türkiye Sakatları Koruma Vakfı kurulmuştur. 6. BYKP’nda (1990-1994) sağlığın korunması ve geliştirilmesi için eğitim üzerinde durulmuş, özürlülerin fırsat eşitliğinin sağlanmasında eğitimin önemi vurgulanmıştır. Yine özürlülerin istihdam süreçlerinde yaşadığı sorunların ortadan kaldırılması için sorun giderici önlemlerin alınması amaçlanmıştır. 7. BYKP’nda (1996-2000) sosyal hizmet ve yardımlara ihtiyaç duyan grupların tespitinin yapılması ve bu alanda faaliyet gösteren kamu ve özel kuruluşların kullanacağı ortak kriter ve standartların oluşturulması, sosyal yardımlarda ortak kriter oluşturma ve kaynakların etkin kullanımı amacıyla ilgili kuruluşların işbirliğiyle mevzuat çalışmasının başlatılması kararlaştırılmıştır. Bu plan döneminde Özürlüler İdaresi Başkanlığı kurulmuştur (I.Özürlüler Şurası, 1999). 8. BYKP’nda (2001-2005) özürlü bireylerle ilgili veri tabanının oluşturulması, özürlülüğün önlenmesi ve erken tanılanmasına yönelik programların daha etkin ve yaygın hale getirilmesi, hizmetlere ulaşılabilirliği, özel eğitimde okullaşma oranının % 10 yükseltilmesi, rehabilitasyon hizmetlerinde dünya standartlarına ulaşılabilmesi, sosyal güvencesi olmayan ailelere yönelik sosyal yardım hizmetlerinin geliştirilmesi ve bölgeler arası eşitsizliğin giderilmesi hedeflenmiş, uzun vadede ise uygulanabilir bir sosyal plan oluşturulması hedeflenmiştir. 2007-2013 yıllarını kapsayan Dokuzuncu Kalkınma Planı’nda özürlü bireylerin eğitimi, aktif işgücüne katılı, sosyal güvenliği, sağlık hizmetleri gibi konular ağırlıklı olarak yer almaktadır. Özürlülerin ekonomik ve sosyal hayata katılımlarının artırılmasına yönelik, sosyal ve fiziki çevre şartları iyileştirilmesi, özel eğitim imkanları ve çalışma ortamının özel olarak düzenlendiği korumalı işyerlerinin geliştirilmesi kararlaştırılmıştır (https://plan9.dpt.gov.tr/).

    4. Hakların Gelişiminde Sivil Örgütlenme

    Sivil toplumun, basit bir tanımı henüz keşfedilmemekle birlikte kavram, farklı toplumlarda yaşanan tarihsel gelişmelere paralel olarak çeşitli biçimlerde tanımlanabilmektedir. Bir toplumda sivil toplumun gelişmesi kültürel bir süreçtir ve çoğulculuk, bağımsızlık, dayanışma, toplumsal bilinçlenme, katılım, eğitim, sorumluluk ve yetki devri unsurlarının gelişmesi ile parelellik taşır.

    En geniş anlamıyla sivil toplum, bireylerin ve grupların devletten kaynaklanmayan ve devletçe yönetilmeyen her türlü toplumsal faaliyeti için kollektif bir tanım haline gelmiştir.

    Sivil toplum kuruluşlarının en belirgin özellikleri, sadece kendi amaç ve değerlerine hizmet etmemeleri, hükümetlerden, kamu makamlarından ve siyasi partilerden bağımsız olmaları, ticari çıkar gözetmemeleri ve kar amacı gütmemeleri ve merkezi otorite ile vatandaş arasında arabuluculuk yapmalarıdır. Toplumdaki belli insan gruplarını veya tüm toplumu ilgilendiren sorun ve konularla ilgili olarak harekete geçerler. Başka araçlarla sesini yeterince duyuramayanların sesi olarak hareket ederler.

    Özürlülük, her dönemde ve her toplumda pek çok kişiyi yakından ilgilendiren önemli konulardan biri olarak varlığını sürdürmüştür. Yine özürlülük pek çok sorunu da tartışma konusu yapmaktadır. Yaşanılan sorunların çok boyutlu olduğu açıktır.Bu nedenle de sorunların aşılabilmesi yönünde bir mücadele verilmesi gereklidir.
    Toplumda yaşanan sorunlar ancak örgütlü mücadeleyle aşılabilir veya etkileri azaltılabilir. Ancak sorunların aşılmasına yönelik örgütlü mücadele kolaylıkla gerçekleştirilmez. Uygun koşulların oluşması gereklidir. Bu ise çoğu kez uzun zaman alır. Uygun koşullar denildiğinde öncelikle düşünülmesi gerekenler, bu mücadeleyi gerçekleştirecek olanların bilinç düzeyleri ve duyarlılıklarıdır.Yalnızca özürlü bireylerin değil toplumu oluşturan diğer bireylerinde özürlülük, özürlülük hakları gibi konularda yüksek bir bilinç ve duyarlılık sahibi olmaları büyük önem taşımaktadır. Özürlülere hizmet veren örgüt ve vakıfların temsilcilerinin, resmi ve gönüllü tüm kuruluş yetkilerinin ortaklaşa çalışmaları yaşamsaldır. Özürlülerin sorunlarının ve bunlara yönelik çözüm yollarının saptanması aşamasında, karar organlarında bizzat özürlülerin katılımı öncelikli olmalıdır https://www.sosyalhizmetuzmani.org/s...odelozurlu.htm). Her gelişmiş toplumda ve her konuda olduğu gibi, özürlü hareketinde de sivil tolum örgütleri tetikleyici ve yönlendirici ana öğeler hatta olmazsa olmazlardır.

    Özürlüler toplumsal bir kategori olarak spesifik bir çıkar grubu oluştururlar. Bu çıkar grubu, kendiliğinden haliyle henüz bir baskı grubu değildir. Bir baskı grubu oluşturabilmek için kendi hak ve çıkarlarının farkına varmaları, örgütlenmeleri, kendilerini toplumsal bir varlık olarak hissettirmeleri ve nihayet hak ve çıkarları doğrultusunda mücadeleye girişmeleri gerekir.

    Özürlüler alanındaki örgütlenmenin kaynağında iki çeşit motivasyon vardır. Birincisi ve tarihsel olarak önde geleni, özürlülerin potansiyel ağırlıklarının ve içinde bulundukları kötü yaşam koşullarının toplum vicdanında yarattığı rahatsızlıktan kaynaklanan merhamet duygusudur. Bu motivasyon iki tür örgütlenme biçimi ortaya çıkartır:

    a) Bu merhamet duygusunun etkisindeki birtakım kişiler sakatlara yardım ve himaye aracılıyla örgütlenirler,

    b) Merhamet duygusunu istismar etmeye ve maddi kazancı dönüştürmeye yönelen örgütler kurulur.
    İkincisi ve tarihsel olarak sonra geleni; özürlülerin, eğitim ve iş yaşamına girmeleriyle birlikte, kendi kaderlerine sahip çıkma ihtiyacıdır. Bu ihtiyaç, özürlülerin söz ve karar sahibi oldukları kendi öz örgütlerini kurmalarına yol açar. Böylece özürlüler çoğulcu demokrasinin bir bileşeni olarak toplumsal yaşama ilk adımlarını atmış olurlar (İçli, 2004).

    Ülkemizdeki özürlülere yönelik olarak çeşitli alanlarda etkinlik gösteren dernek ve vakıflar gibi tarihsel gelişimine bakıldığında özürlüler açısından örgütlenme pratiğinin bir hayli yeni olduğu görülür. Özürlü örgütlenmelerinin 1950’li yıllara kadar dayandığı temel anlayış, himayeci ve korumacı olmuştur. Bu yapılarda hayırsever vatandaşların görev almaları nedeniyle gerçek anlamda söz ve karar sahibi de onlardı. Özürlü örgütlenmelerinin tamamı o yıllara kadar özürlüler adına kurulan dernek ve vakıf biçiminde gerçekleşmiştir (Ertürk, 2003).

    Yine bu dönemdeki dernek ve vakıflar, medikal modelin etkisinde faaliyetlerde bulunmuşlardır.1950’li yıllara kadar “özürlü örgütlenmesinden” çok “özürlüler için örgütler” şeklinde örgütlenilmiştir. Bu örgütlenmeler ulusal çapta özürlülerin sorunlarını ortaya koyma vizyonuna sahip olmayan çoğunluğu yerel örgütlerdi. Sonuç olarak bu durum Türkiye’deki özürlü hakları hareketinde problemleri de beraberinde getirmiştir:

    1) Özürlüler taleplerini şekillendirme ve tanımlamada kendi yaşam deneyimlerinden yararlanamadılar,

    2) Özürlüler kendilerine yapılan yardımların pasif alıcısı olarak temsil edildiler,

    3) 1950’li yıllara kadar özürlüler, gündemin bir parçası olamadılar,

    4) Örgütlü özürlü hareketi politik arenada daha geç ortaya çıktı ve özürlüler yaygın örgütlü politik güç olarak eksik kaldılar.

    Sonuç olarak bu organizasyonlar arasındaki koordinasyon ulusal çapta özürlü sorunları hakkında farkındalık yaratamadı. Bu durum toplumda özürlü farkındalığının ve bilincin oluşamamasına neden oldu (Ertürk, 2003).

    Özürlülerde grup bilincinin gelişimi önünde çeşitli engeller mevcuttur. Organize olma çabalarının önündeki başlıca engel fiziksel çevrenin ulaşılabilir olmamasıdır. Özürlü nüfusunun çoğunluğunun toplumsal ve politik yaşamdan dışlanması pek çok etkene bağlıdır. Özürlülük daha çok toplumun en güçsüz kesiminde yani gelir düzeyi düşük, eğitim düzeyi düşük, işgücüne katılımın düşük olduğu kesimde yoğunlaşmaktadır.Bir özürlü eğer kurumda yaşamıyorsa zamanının çoğu özürlü olmayanlarla birlikte geçmektedir.Aile, komşu, okul arkadaşları, iş arkadaşları vb. Dolayısıyla özürlülük pek çoğu için bireysel bir deneyimle sınırlı kalmaktadır.

    Uzun yıllar özürlülerin örgütlenmesi karmaşa ve belirsizlik içinde sürmüştür. 1981 Özürlüler Yılı’nın en önemli kazanımlarından biri özürlülerin kendi konularında uzman olduklarının farkına varılması olmuştur (WHO 1990, akt., Okur, 2002). Ülkemizde de bu yıllarda benzer bir süreç yaşanmış ve özürlülerin örgütlenmeleri konusunda bir yasal düzenleme getirilmiştir.

    Türkiye’de özürlülere yönelik faaliyet yürüten dernekler 6 Ekim 1983 tarihinde onaylanan 2908 sayılı Dernekler Kanunu ile yeniden düzenlenmiştir. Bu yasanın 34. maddesinde “Federasyonlar, kuruluş amaçları aynı olan ve kamu yararına çalışan en az üç derneğin, amaçlarını gerçekleştirmek üzere üye sıfatıyla bir araya gelmeleri; konfederasyonlar, kuruluş amaçları aynı olan en az üç federasyonun üye sıfatıyla bir araya gelmeleri suretiyle kurulur” denilmektedir. Buna karşın özürlülere yönelik kurulan dernekleri bağlayan 88. maddede “sakatlara hizmet amacı ile kurulan derneklerin, Körler Federasyonu, Sağır Dilsiz Dernekleri Milli Federasyonu, Ortopedik Özürlüler Federasyonu, Zihinsel Özürlüler Federasyonu olmak üzere dört federasyon teşkil etmeleri ve bu federasyonların birleşerek Türkiye Sakatlar Konfederasyonunu oluşturmaları zorunludur” denilmektedir. Çeşitli alanlarda örgütlenme pratiklerinde bir araya gelme konusunda zorunluluk ilkesine değil, isteğe bağlılığın geçerli olması, özürlü örgütleri üzerinde bir vesayet bulunduğu tartışmasını yaratmıştır (Okur, 2002). 5253 sayılı Dernekler Kanunu ile 2908 sayılı kanun 2004 yılında yürürlükten kaldırılmıştır. Yeni kanunla sakatlara hizmet amacı ile kurulan derneklerin birleşerek dört federasyonu teşkil etmeleri yönündeki zorlama da kaldırılmıştır.

    Ülkemizde özürlü örgütlerin üye sayılarının yetersizliği, finansal kaynağının olmaması özürlü derneklerinin etkili bir baskı grubu olmasının önündeki engelleri oluşturmaktadır. Özürlülerin toplumsal yaşamda diğer bireylerle eşit koşullarda yer alabilmeleri yolunda örgütlü mücadelenin önemi açıktır. Örgütlenmenin etkin olabilmesi için öncelikle özürlülerin kendi hak ve çıkarlarının farkında olmaları gerekmektedir. Özürlü örgütlerine yine bu aşamada toplumda hem özürlülerin hem de diğer vatandaşların özürlü hakları konusunda bilinci oluşturmada önemli görevler düşmektedir. Özürlü örgütleri tarafından kişisel, geçici çözümlerle değil toplumsal projelerle desteklenmelidir. Özürlü örgütleri sorunlarına kapsayıcı, bütüncül bir bakış açısıyla yaklaşmalıdır. Yine tüm özürlülerin haklarını elde etmek üzere birleşerek ortak bir mücadelenin koşullarını oluşturmaları ve politika oluşturma sürecinde aktif toplumsal baskı grubu olarak yerlerini almaları gerekir.

    5. Sonuç

    Buraya kadar anlatmaya çalıştığımız esas vurgu özürlülerin haklarının doğuş ve gelişmesinin insan hakları temelinde ele almak olmuştur. Bunu yaparken de ana başlıklar olarak, insan hakları temelinde dünyada özürlü haklarının gelişim süreci ve bunların Türkiye’ye yansıma durumları tespit edilmeye çalışılmıştır.

    Dünyada iki büyük dünya savaşı sonrası özürlü nüfusunun ciddi oranda artması, özürlülük olgusunu ön plana çıkartmıştır. Zamanla anlayıştaki değişiklikler, insan haklarında ki gelişmeler özürlülük konusunda geleneksel yaklaşımın terk edilerek hakka dayalı yaklaşımı ön plana çıkarmıştır. Haklar hareketlerindeki gelişmeler, özürlülerin de hak arayışlarında farkındalık ve ilerlemeyi beraberinde getirmiştir. Bu süreçte özürlülerin bazı özel ihtiyaçları olduğu, diğer insanlarla eşit haklara sahip olduğu görüşü ön plana çıkmıştır.

    Ancak ülkemize baktığımızda dünyadaki gelişime paralel olarak özürlü vurgusunun savaşlarla birlikte arttığını söylemek doğru olmaz. Bu süreçte özürlülük geleneksel ilişki ağları içinde çözülmeye çalışılmıştır. Özürlülük bir sağlık sorunu olarak ele alınmış; istihdam, eğitim, ulaşılabilirlikle ilgili düzenlemelerde özürlüleri de kapsayacak politikalar izlenmemiştir. 1980’li yıllara kadar bütünlükçü çalışmalar mevcut olmamış, bu yıllarda özürlülerin örgütlenmesiyle özürlülük daha çok gündeme gelen konu olmuştur. Ülkemizde Anayasa, bazı kanunlarla ve kanun hükmünde kararnamelerle, yönetmeliklerle genelge ve idari kararlarla özürlülere uygun düzenlemeler yapılmakla birlikte uygulama konusunda hala sıkıntılar yaşanmaktadır. Özürlülerin sosyal hayata katılımında bir dizi problemler vardır. Toplumsal yaşamın normal insanlara göre ayarlanması, özel ihtiyaçları olan bireylere uygun düzenlemelerin yapılmaması özürlü bireylerin toplumdan dışlanmasını ve ve özürlülerin ve sorunlarının göz ardı edilmesinide beraberinde getirmiştir.

    1950’li yıllardan itibaren özürlülüğün sadece tıbbi bir sorun olmadığı anlaşılması ve eğitim alanında düzenlemelerin yapılması, özürlülük konusunda farkındalık yaratmak açısından önemli olmuştur. Seksenli yıllardan itibaren ülkemizde özürlü bireylerin haklarını aramak konusunda daha aktif rol almaları, birçok alanda yasalarda düzenleme yapılmasında etkili olmuştur. Ancak özürlülere yönelik özel düzenlemeler yapılması, özürlülerin toplumdaki diğer vatandaşlarla eşit haklara sahip olmasını sağlayamamaktadır. Hakka dayalı bir bakış açısının ve yaklaşımının en önemli adımı sorunların çözümünde özürlülere ait sorunlara her türlü politika dokümanlarında yer verilmesi ve bu politikaların hazırlanmasında, uygulanmasında bütüncül bir yaklaşımın uygulanmasıdır. Ayrıca özürlülerin kendileri için gerçekleştirilecek her çalışmada yer almasını sağlamak önemlidir.

    Hakka dayalı yaklaşımın hayata geçirilmesinde ve yaygınlaştırılmasında örgütlenmemin önemi büyüktür. Sivil toplum örgütlerinin karar mekanizmalarında daha fazla söz hakkı tanınması, kamuoyunda özürlülük konusunda bilinç oluşturulması, fiziksel engellerin kaldırılması, özürlülere yönelik bilgi teknolojilerinin yaygınlaştırılması özürlü bireylerin insan haklarından ve vatandaşlık haklarından diğer bireyler kadar faydalanmaları olanağını sağlayacaktır.


    Kaynak: T.C. Başbakanlık Özürlüler İdaresi - Özürlülük Araştırmaları ve İstatistik Dairesi Başkanlığı

  • #2
    yeliz81 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    01.Aralık.2009
    Nereden
    hatay
    Mesajlar
    2,440
    @yeliz81







    Ayşe hocam öncelikle herzaman olduğu gibi aratırıp emek verdiğiniz ve bizlerle paylaştığınız bu değerli bilgiler için size yürek dolusu teşekkürler.. özellikle engellilerle ilgili değindiğiniz bu konular bir engelli yakını olarak size 2 kere teşekkür etmeme sebebiyet veriyor..down sendromlu kuzenim var onu ve dünyasını çok seviyorum.keşke herkes bu denli duyarlı olsa ve bende bitanemle dışarda gezerken uzaylı görmüş gibi bakanlarla tartışmak zorunda kalmasamtekrar teşekkürler,yüreğinize sağlık
    Hiçbir zaman hata değil;her zaman ders...

  • #3
    Ayşe Turan BAL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    27.Şubat.2009
    Nereden
    Türkiye'nin kalbinden
    Mesajlar
    12,566
    @Ayşe Turan BAL







    Alıntı yeliz81 Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
    Ayşe hocam öncelikle herzaman olduğu gibi aratırıp emek verdiğiniz ve bizlerle paylaştığınız bu değerli bilgiler için size yürek dolusu teşekkürler.. özellikle engellilerle ilgili değindiğiniz bu konular bir engelli yakını olarak size 2 kere teşekkür etmeme sebebiyet veriyor..down sendromlu kuzenim var onu ve dünyasını çok seviyorum.keşke herkes bu denli duyarlı olsa ve bende bitanemle dışarda gezerken uzaylı görmüş gibi bakanlarla tartışmak zorunda kalmasamtekrar teşekkürler,yüreğinize sağlık
    Rica ederim büyük bir keyif ile araştırıyor ve sizlerle paylaşıyorum
    ben de farklı gelişen çocuklar ile çalıştığım için bu alana ilgim çok
    ve çalıştığım çocuklardan biri de down sendromlu. o kadar içten ve sıcaklar ki bir çok normal insanı onlara değişmem....

  • YORUM BIRAKMAK İÇİN ÜYE OLMALISINIZ !

    ÜYE OLMAK İÇİN TIKLA

    Benzer Konular

    1. Türkiye’nin En Gözde Kütüphaneleri
      Konu Sahibi Arz Forum KİTAP-DERGİ
      Cevap: 12
      Son Mesaj : 13.Ağustos.2010, 16:20
    2. Toplumsal Bir Sorun Çözümleyici Olarak Özürlü Hakları Hareketinin Gelişimi
      Konu Sahibi Ayşe Turan BAL Forum MAKALE-ARAŞTIRMA ve BİLİMSEL YAZILAR
      Cevap: 0
      Son Mesaj : 16.Ocak.2010, 01:57
    3. Türkiye’de bir ilk
      Konu Sahibi Handan Hoca Forum SİNEMA-FİLM
      Cevap: 2
      Son Mesaj : 03.Eylül.2009, 13:13
    4. Türkiye'de Toplum Bilimlerinin Gelişimi-2
      Konu Sahibi Rabia PEKKAN (rpekkan) Forum KİTAP-DERGİ
      Cevap: 0
      Son Mesaj : 21.Temmuz.2009, 13:55
    5. Türkiye Kupası’nda Finaldeyiz
      Konu Sahibi Tuba KALAYCI (tuba07-1903) Forum SPOR
      Cevap: 9
      Son Mesaj : 02.Mayıs.2009, 08:56

    Yetkileriniz

    • Konu Acma Yetkiniz Yok
    • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
    • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
    • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
    •  

    Giriş

    Facebook ile Baglan Giriş