Bir ‘kahve tiryakileri’ var, bir de ‘kafe tiryakileri’... ‘Kahve tiryakiliği’ biyolojik, ‘kafe tiryakiliği’ sosyolojik bir durum. Kahve içmek gelenek; kafede oturmak moda... Ama üzerine adımızın yazıldığı karton bardaklarla şehrin sokaklarında kahve içmek en son moda...
Dünyanın dört bir yanında şubeleri bulunan Amerikan firmalarının Türkiye’nin büyük şehirlerinde açtıkları kafeleri pek sevdik. “Self-servis” mantığını hemen kaptık. Yabancı ve karmaşık kelimelerle dolu menülerini şıp diye ezberledik. Favorilerimizi belirledik. Hangi mevsimde hangisinin içileceğini iyice öğrendik. Kuyruklara girip adımızın çağırılmasını bekledik, bekliyoruz. Peki neyi bekliyoruz? Beklentimiz ne? Sadece kahve içmek mi, yoksa içeceğimiz kahveyi o mekândan alıyor olmak mı?
1960’larda etkinlik gösteren radikal bir toplumsal eleştirmenler grubu olan ‘Sitüayonistler’, çağdaş yaşamda metanın en gelişmiş biçiminin somut maddi ürünler değil de imgeler olduğunu ileri sürer. Yani ‘gösteri toplumu’ bardağın içindekinden çok, bardağın etrafını çevreleyen kurumsal kimlikle ilglidir. Önemli olan o kahveyi içmek değil, kahveyi o kafeden almış bulunmaktır. Bir anlamda ‘kafe tiryakili’ ‘kahve tiryakiliği’nin önüne geçmiştir. İhtiyaç duyulan şey kafeinden çok, hoşa giden markanın bir an için parçası olabilmektir. Postmodern bir kahve bahane durumudur bu da...
Yıllardır izlemekte olduğumuz parlak renkli Amerikan filmleri, ‘güzel insanlar’ın bu bardaklardan kahve içtikleri romantik komediler bu kafeler konusunda gerekli altyapı ve halkla ilişkiler çalışmalarını yapmış, merak etmek ve denemek için gerekli zemini önceden hazırlamıştı. Bir gün o kafeler beyazperden çıkıp sokaklara taştı. Artık biz de hazırdık; onlar gibi olmaya, onlar gibi tüketmeye, karton bardakların üzerine kendi adlarımızı yazdırmaya... Motivasyon bu kadar kuvvetli olunca adaptasyon da kusursuz oldu. Bir sabah uyandık ki elimizde karton bir bardakla kaldırımda yürüyoruz. Kimiz biz? Bardakta yazıyor ya...
Dışarıda yemek yemek
Günümüz Türkiyesi’nde dışarıda yemek yemek için sonsuz seçenek var. Buna rağmen, Türkçede dışarıda yemek yenen yerin karşılığı yok. “Restoran” Fransızca, “Lokanta” İtalyanca. “Aşevi” deseniz onun başka bir anlamı var. Evet, dışarda yemek yenen yer için dilimizde hehangi bir sözcük mevcut değil. Aslında bu çok da tuhaf bir durum sayılmaz. Bu, bizim kültürümüzde başka bir eve misafirliğe gitmek haricinde dışarıda yemek yeme alışkanlığı olmamasından kaynaklanıyor. Günümüzde öyle olmasa da, dışarıda yemek tamamen ithal bir davranış özünde.
Dışarıda kahve içmek
Çok daha modern bir algısı olmasına rağmen, dışarıda kahve içmek için durum hiç de öyle değil. Kahvenin ve kafelerin son derece köklü bir tarihi var bizde.
İlk olarak Habeşistan’da, sonra Arabistan’da ekilmeye başlanan kahve daha sonra Osmanlı’ya gelmiş. ‘Deniz Gürsoy’un “Sohbetin Bahanesi Kahve”* kitabına göre, kahve I. Selim’in Mısır Seferi’nden sonra 1519 yılında Müslüman tüccarlar tarafından İstanbul’a getirilmiş. Kanuni Sultan Süleyman Dönemi’nde Tahtakale’de açılan iki dükkânda halka kahve satılmaya başlanmış. İstanbul’un ilk kahveleri bunlar olmuş. Bu sırada Avrupa’da ne kahve varmış, ne kafe, ne cafe...
17. yüzyıla gelindiğinde bile Avrupa’da kahve pek az kişi tarafından biliniyormuş. Aynı kaynağa göre Osmanlı’ya veya Ortadoğu’ya giden Avrupalı gezginlerin ülkelerine dönüp anılarını anlatmalarıyla Avrupa kahveyle ilgilenmeye başlamış ve 1683’de Osmanlı ordusunun Viyana Kuşatması sonrası uğradığı bozgunun ardından yaygınlaşmış. İlk başlarda yasaklanan, lanetlenen, Müslüman içeceği olarak görülüp reddedillen kahve, bir süre sonra baştacı edilmiş ve kafeler süretle yaygınlaşmaya başlamış. Bu dönem Avrupa’sında kafeler başlıca sosyalleşme mekânları haline gelmiş. Birçok düşünür, sanatçı, bilimadamı fikir alışverişlerini buralarda gerçekleştirmiş. Çoğu tarihçiye ve kaynağa göre Paris’teki kafelerin Fransız İhtilali’ndeki rolü büyüktür.
New York’un ilk kahvehanesi ise Osmanlı’dan neredeyse 200 yıl sonra, taa 1696’da açılmış.
Bugün ülkemizde açlan Amerikan kahvehanelerini hayranlıkla ziyaret edip “Türk kahvesi” siparişi verenleri duyunca bu tarihi verilerin ışığında içim burkularak gülümsüyorum ve “Nereden nereye...” diye düşünüyorum. “Yüzlerce yıl önce onlara verdiğimiz kahveyi şimdi bize geri satıyorlar...” Tüm kahvelerin isimleri ve boyutları İngilizce olarak telaffuz edilen bu kafelerde, Türk kahvesinin de “Turkish Coffee” olarak adlandırılmasını öneriyor, böylesinin çok daha havalı olacağını düşünüyorum.
Yabancı bir kafeye gidip de kahve içmeye tabii ki denecek bir şey yok. Yeter ki kahveye yabancılaşmayalım. Çoğu olaya ve olguya olduğu gibi kahveye de tarihsel bağlamdan kopuk, uzaydan gelme bir nesneymiş muamelesi yapmayalım.
*Oğlak Yayınları
3 Aralık 2006, Brunch / Jeneratör
-ALINTIDIR-