Bazen kaçmak ister insan
Bazen kaçmak ister insan…
Uzaklaşmak ister, nereye olursa olsun ayırt etmeden sadece gitmektir o anki arzusu…
Sorgusuz, sualsiz ve hesapsızca yola koyulmak, zamanın kıskacından kurtulmuş bir halde bir başına aylaklık edebilme ayrıcalığına sahip olabilmektir dileği…
Eve geldiğinde, daha anahtarın kilit içinde dönüş sesini duyar duymaz kapıda hazır ve nazır beliren Minoş’un şevkat dileyen sürtünmelerinden…
Annenizin arayıp, “akşam yemeğine bize gel kızım” deyişlerinden... “Sen son günlerde iyice süzüldün biraz daha yesene” derken, sevgiyi kendince gösterişlerinden...
Dostlarının, “ne o, hiç arayıp sormuyorsun, unutulduk mu?” diyerek usul usul ilgi isteyişlerine bile, tahamüllünüz kalmamıştır. Çünkü o ara yorgun düşmüş ruhunuza her şey ve herkez, hatta kendiniz bile fazla gelirsiniz.
Asıl bıktığınız ne onlardır, ne de sevgi görmek ve istenmek...
Tek derdiniz; içinizdeki “dinginlik noktası“ na ulaşana değin kendinizle vakit geçirmek, çevreden bir süreliğine uzaklaşmak, bunun içinde dünyanın tümüyle yakanızdan bir süreliğine de olsa, düşmesidir hepsi bu…
Kendinizi otlar arasına gizlenen bir kedi gibi, saklar; belki kimsenin bilmediği bir yerde, belki kalabalıklar içinde veya evinizde ama sesiz sakin bir köşede kendi kabuğunuza çekilip, bacaklarınızı karnınıza doğru alarak o en ilkel halinizde ki cenin pozisyonunda kıvrılıp kalmayı tercih edersiniz.
Size; “bırak Dünya dışarıda kalsın ve ben kendi içime dalıp gideyim” diye yalvaran ruhunuzla başbaşa kalmak kadar hiç bir şey iyi gelmez olur…
Rüzgarlı ve soğuk bir sonbahar öğleden sonrasında terk edilmiş bir yazlık mekanda, bir mendireğin en ucunda…
Yada alelade bir kıyı köyünün balıkçı barınağındaki eski bir bankta oturup, saatlerce uzaklara bakmak her şeyden iyi gelir...
Belki de eski deniz fenerlerinden birinin inşaa edildiği o sarp kayalıkların tepesinde bulduğunuz hafif düz herhangibi bir yamaçta, ince ince yağan yağmurun altında gözlerinin boşluğa bırakıp, bakışlarınızın hesapsızca zamanda uzayıp gitmesine ihtiyaç duyarsınız…
Çünkü ruh yorgundur…
Atlattığı fırtınalar, kazandığı savaşlar umurunda değildir onun…
Her ne yaşadıysa yaşanmış ve bitmiştir artık.
Ve ruh için asla; ne kazan, ne de kaybeden vardır.
Şimdi bu olup bitenlerin ardından onun beklediği tek ödül; dinginliktir…
Bazen toprağın nadasa bırakılması gibi ruhta, nadasa bırakılmaya ihtiyaç duyar.
Beden ne kadar güçlü, akıl ne kadar işlek de olsa, bu süreçte duygular ne kadar dengeli ve kararında da davransa yaşananlar ruhu yormuştur işte. Hatta bu yorgunluk yaşanmışlıklar sırasında gösterilen sağduyu, gayret ve basiret oranında artar.
Zamanla dinginleşen fırtınalar gibi zihninizi işgal eden her ne var, ne yoksa; ait olduğu yere tekrar çekilen dalgalar gibi geri çekilecektir.
Gün gelecek, aslında oraya ait olmayan her ne varsa işgal ettikleri topraklardan gerisin geriye dönen asiler gibi bir bir ait oldukları yere geri dönecektir.
Damarlarınızda; var olma, olan biteni göğüsleyebilme mücadelesi adına dahi olsa, epeydir isteminiz dışında yaşamını sürdüren adrenalin ordusu da bu zaruri mücadelenin diğer askerleri gibi, onlara tekrar ihtiyaç duyacağınız zamana değin kışlalarına çekilecektir. Ve işte o zaman geldiğinde nadas zamanı da, başlar…
Sonbahar yenilenme öncesi için, güzel bir mevsimdir. Böylelikle muhtememlen doğayla beraber yaşanacak dönüşüme ruhunuzda eşlik edecektir. Ve gelecek kışı yağmurlarla yıkanabilmek ve tekrar tazelenebilmek için hazırlıklarına başlamak için olabildiğince iyi değerlendirecektir.
Hele bir de; dumanı tüten bir tas sıcak çorbanın buğusu ve dizinde yatacağınız bir dostun şevkatli, beklentisiz, ve yumuşak dokunuşlarına sahip olabilecek denli şanslıysanız ne ala.
Belkide böylelikle, ilbaharda “yeni size”, hizmet etmeye tüm sevecenliği ile hazır olacak ruhunuzu, canınıza katıp açık denizlere tekrar yelken açabilirsiniz... tabi hala keşfe cesaret, heyecan ve istek duyuyor olursanız…
Şimdilik "hoş geldin sonbahar" diyelim, bekleyelim ve görelim...