Mehmet eli kafasında ileriye doğru bakıp duruyor düşünüp duruyordu. Oturduğu taşın altından çıkan karıncalar ayağından paçasına sonra dizine tırmanmış oradan yukarıya doğru çıkıyorlardı.
Karıncanın biri boynuna sarkınca Mehmet birden irkildi. Elini hızla boynuna sürttü. Sonra üzerine baktı. Üzerindeki karıncaları görünce
“Bu ne ya?” diye söylendi.
Sonra karıncaları üzerinden zorluklarla attı.
Karıncaların yuvasına baktı. Her biri ayrı yöne hücum ediyordu. Onlara basmadan sağdaki taşa doğru yürüdü. Oraya oturdu.
Oturduğu yer bir dut ağacının dibiydi. Ağacın gölgesi üzerindeydi. Birkaç serçe ağaç dallarlında kendi aralarında kavga yapıyor yoğun ses çıkarıyorlardı. Belki serçe diğerinin yiyeceğini almış veya o serçe öbürünün dişisine dadanmıştı.
Serçeler uzun süre kavga ettiler. Mağdur serçe kendine saldıran arkadaşlarına kanadını açarak ve ses çıkararak karşı koyuyordu.
Mehmet yorulunca ağaçtaki kavgaya bakmayı bıraktı. Hemen yandaki akan dereye doğru döndü. Akan derenin sesine kulak kesildi.
Tonlarca su boşa akıyordu. Belki su insanların dışında da hayat besliyordu. Ama efendisi insanoğluna yapmadığını bırakmıyordu. Suya kabahat aramak faydasız. Kabahat insanlarındı. İnsanlar suyu paylaşmayı bilmiyordu. Mehmet İsrail’i düşündü. Orada insanlar lağım suyunu arıtıp ta içiyorlardı. Dünyadaki su kaynakları kime yetmezdi ki.
Mehmet en çok suyun kadeh içindeki halini severdi. O pırıl pırıl görüntü gözlerini kamaştırırdı. Hele etrafta önemli insanlar olacak onlara konuşma yaparken, su dolu kadehten bir yudum içecek, dikkatleri büyük bir maharetle paylayacak. İşte en çok düşünmeyi sevdiği şey buydu.
Mehmet yerinden kalkıp dereye doğru yürürken arkasındaki ağaçların içinden bir çıtırtı duydu.
“Kim o?” diye seslendi.
Cevap veren yok. Sonra yürümeye devam etti. Irmağın kenarına gelmişti ki kulağının dibinde “Pöh” diye biri bağırdı.
Mehmet “Sen misin Murat.”
Murat “Ne geziyorsun burada?”
“Kendimi tatile çıkardım.”
Murat “Çok terledim. Yüzeceğim. Gel sende yüz istersen.”
Mehmet “Sen gir. Su ne kadar soğuk onu söyle. Ondan sonra.”
Murat soyundu ırmağa girer girmez
“Buz buz.” Diye bağırmaya başladı.
Mehmet te soyundu. Irmağa girdi.
Murat “Hani soğuk suyu sevmiyordun?”
Mehmet “Ben sevmediğim şeyi yaparım.”
Murat “Hadi yüzerek karşıya geçelim.”
İki arkadaş akan ırmakta kulaç atmaya başladılar. Akan ırmak onları yüzmeye başladıkları yerden uzak bir yerden kıyıya çıkarttı. Sudan çıktılar
Murat “Su dondurdu beni.”
Mehmet “. Bütün mikroplar sıcakta ürer. O yüzden soğuk su iyidir.”
Bir müddet oturup dinlendiler.
Sonra Mehmet “Gidip giysilerimizin karşısına oturalım. Yoksa giysilerimizi biri yürütürse köye şortla girmek zorunda kalırız.”
Murat “Giysilerimizi kim çalacakmış. Çalanın anlını karışlarım valla. Durdu. Kalkalım.” Dedi.
Kalktılar. Yürümeye başladılar. Giysilerinin karşısına gelince tekrar oturdular.
Mehmet “Bana borcun vardı. Ne oldu. Ne zaman vereceksin?”
Murat Vereceğiz. Pancar parasına az kaldı. O zaman veririm.”
Mehmet “Vermezsen üçüncü dünya savaşı çıkar ha. Ona göre.”
Murat “Bana güvenmiyor musun?”
Mehmet “Güveniyorum da işte para sıcak tutar. Gününde borç gelmeyince para soğur. Sonra ben üşürüm.”
Murat “Ben ısıtırım seni.”
Mehmet “Beni ancak kız kardeşin Zehra ısıtabilir.”
Murat kız kardeşinin adını duyunca hemen ciddileşti.
“Tamam kapatalım konuyu. Sen vurdun mu öldürüyorsun.” Dedi.
Mehmet “Seninde benden kalır yanın yok.”
Murat “Hadi kalkalım.”
Kalktılar. Irmağa girdiler. Yine yüzmeye başladıkları yerin uzağından kıyıya çıktılar. Sonra elbiselerine doğru yürümeye başladılar.
Akşamdı. Mehmet evinin hemen önündeki taşlıkta oturuyordu. Cırcır böceklerinin fasılasız sesi duyuluyordu. Birkaç köpek havlaması dışında köy üzerine ıssızlığı örtmüştü.
Cümle kapısı açıldı. Dışarıya annesi Esma çıktı.
“Oğlum sen çok acıkmışsın. Öğlende yemedin. Akşamda yemedin.”
Mehmet “Karnım aç değil. Yiyesim yok.”
Esma “İyi öyleyse. Bir yere ayrılma. Seninle babaannene gideceğiz.”
“Orada ne yapacağız ki?”
“Babaannen hastalanmış. Geçmiş olsuna gideceğiz.”
Mehmet “Ben gelmeyeyim. Sen Hüsna ile git.”
Esma “Karnın acıkırsa yemek buz dolabında değil. Rafta.”
Esma içeriye girdi. Az sonra Mehmet’in annesi ve kız kardeşi dışarıya çıktılar
Esma oğluna “Hadi hoşça kal.” Dedi. Karanlık köyün sokağında ilerlediler.
Mehmet yerinden kalktı evine girdi. Odasına geçti. Radyoyu açtı. Müziğin sesini yükseltti. Sonra mutfağa geçti. Kendine çay katıp tekrar odasına geldi. Sonra odasının penceresini açtı. İleriye doğru baktı.
Zehra’nın odasının ışığı yanıyordu. Mehmet Zehra’nın gölgesi perdeye yansır mı diye uzakta ışığı yanan odaya dikkat kesildi.
Ah şu utangaçlık. Zehra’ya bir türlü açılamamıştı. Oysa okul bitirmiş şehir görmüş biriydi. Nesi eksikti ki.
Zehra Murat’ın kız kardeşiydi. Arada bir Murat’lara gider otururdu. Zehra ile ancak o anlar karşılaşırdı. Muhtaçtı. Kuru bir aşka bile muhtaçtı. Zehra’ya bir el işareti yapsa onunla bile idare edebilirdi. Ama nasıl. Zehra odasında. Üstelik perdesi çekili.
Kara sevda Mehmet’i Zehra’nın odasının pencere dibine kadar getirdi. Mehmet kulak kabarttı. Odadan müzik sesi geliyordu.
Mehmet kıyameti koparmaya karar verdi. Yerden küçük bir çakıl taşı aldı. Pencereye attı.
Perde açıldı. Ardından pencere.
Mehmet “Zehra ağabeyin evde mi?”
Zehra “Evde. Buyur gel.”
Mehmet “Yok sağ ol. Ağabeyin ile bugün ırmakta yüzdük. Su soğuktu. Acaba ağabeyin hastalandı mı onu öğrenmeye geldim.”
Zehra “Ağabeyim hasta değil.”
Mehmet “Ağabeyine konuştuğumuzu haber etme oldu mu?”
Zehra “Tama demem.”
Mehmet “Şey sonra tekrar konuşalım mı?”
Zehra “Tama olur konuşuruz.”
Mehmet “Bana öper gibi yapar mısın. Hadi ne olur. Yalvarırım.”
Zehra gözlerini kapattı. Dudaklarını birleştirdi. Sonra gözünü açtı.
Mehmet “Bay bay.” Dedi. Arkasına bakmadan oradan ayrıldı.
Mehmet O an karanlık köyün sokağında evine doğru ilerlerken ilk defa çok hafiflediğini hissetti. Hiç böyle olmamıştı. Evine geldiğinde odasına geçti. Radyoyu açtı. Sırtını sedire dayayarak mindere uzandı. Sigarasını yaktı. Radyoda çalan müziğin eşliğinde tatlı bir rüyaya daldı.
Tuna Mustafa Yaşar