Adam bir gün yere yattı ve bir daha hiç kalkmadı. Hayır ölmemişti, komada veya felçli değildi, uyumuyordu, dinlenmiyordu, düşünmüyordu. Sadece yatıyordu. Canı böyle istiyordu. Bedeni yere paralel, kasları gevşekti. Hepsi bu.
İlk başta kimse aldırmadı. Televizyonda izlediği bir şeyden etkilenmiştir, yakında sıkılır diye düşündüler. Biraz sonra sırtı ağrımaya başlar, dayanamaz, zaten mızmızın tekidir dediler. Nasılsa yorulacak diye umdular, nasılsa acıkacak, nasılsa kalkacak. Ama her nasılsa, hiç kimsenin dediği olmadı. Adam hala yerde yatıyordu.
Niçin yattığını veya neden kalkmadığını ısrarla soranlara saçma bile olsa bir açıklama yapmadı. Telkinle, tatlı dille onu ayaklandırmaya çalışanlara kanmadı. Dürtenlere, itip kakanlara, hakaretler yağdıranlara aldırmadı. Başına akbabalar gibi üşüşen kameralara, her türlü nimeti teklif eden gazetecilere tınmadı. Adam yerde yatmaktan sıkılmadı, ama insanlar ondan sıkılıverdiler sonunda. O kadar uzun süre yattı ki yerde, yaralar çıktı sırtında. Etrafında kalan son birkaç meraklı da irinli yaraların pis kokusuna dayanamayıp gittiler. “Herşey”den kurtulmak için insanın başını alıp uzaklara kaçması gerekmiyor illa; olduğu yerde durduğu zaman da “herşey” onu arkasında bırakıp gidebiliyor bazen.
Adam bir gün kalkmak istedi fakat bir daha hiç kalkamadı. Hayır fikrini değiştirmemişti, acı içinde veya yorgun değildi, pişman olmamıştı, sıkılmamıştı, değişmemişti. Sadece kalkmak istiyordu canı; tekrar dikilmek, yürümek. Hepsi bu.
Ancak bacakları külçeleşmiş gövdesini taşıyamayacak kadar incelmiş, komutlarını dinlemeyecek kadar yabancılaşmışlardı. İhanet. Artık yapabileceği tek şey, yavaş yavaş yok olmayı beklemekti. İstese de, istemese de.