Yıllardır sayıyor , zabıt tutuyor adımlarımızı kaldırımlar. Hızlı hızlı yaşanmayı hakeden bir hayatı, aheste acılarla yaşamayı öğrendik. Her adımda, bir hüzün boyu yol alamamak, hep kahır defterine adını yazdırmak, gösterememk 32 dişini birden.



Cam kırıkları üstünde yürürken hintli, adını bile bilmediğimiz insanlar, vay be helal olsun diyorduk, adamın çektiği acıya. Bir yol boyunca ,en az 2 metre boyu,enine camlar karar veriyor. 2 metrekare içine ne acılar sığıyor da, yürüyor adam. Yürüyüş sonunda belki unutturuyor aldığı para, tüm acılarını. Veya o para için çekiyor bu acıları. Gülmek için acı çekmeyi göze alan bir adam. Her cam kırığının acısını hissedip yürüyen,yürüdükçe kanamayan, kanamadıkça para kazanan.

Bir noktada buluşuyoruz bu adamla. Yaşadığı ve yaşamaya çalıştığı hayatın "gülmek için acı çekmek" kısmıyla. Bir sevda pelerini kuşanıp çıkmışız yola, ne ölümsüzlük ne de ölüm. İkisinide vermiyor aslında, fakat bir güveni var kendine has. Yıllar boyu , acı çekmeyi arabesk olarak nitelendirenlere karşı koymanın acısı bir yanda, içinde kanayan yaranın acısını çekmek bir yanda. Tüm alacak vereceklerden sıyrılmış, tüm borçlarını kapatmıştık oysa, ta ki haciz edene kadar acılar gönlümüzü. Gülmeyi, belkide ne çok seviyorduk, değeri çok pahalı, hazzını hiçbir döviz cinsinden katrilyonlarla alınmayan.Gülmek istiyorduk, acıkan karnından dolayı avaz avaz ağlayan, annesinin memesine hasret, mis gibi bebek kokan,günahsız bebekler gibi. Gülmenin bedelini, hep acıyan kanayan yüreklerimizle ödedik. Hemde taksit taksit. Peşin fiyatına yüzde bindokuzyüzüç faizle acı çekerek gülüyorduk, vade süresi belki 8 yıl belki 6 yıl belki 15 yıl. Her defasında namusumuzla, yürek terimizle çektiğimiz acılarla, ödüyorduk hep taksitleri. Bitmek bilmeyen tükenmez kalemlerle yazılmış, tükenmeyen senetlerle dolu hala zulalar. "Eacı heyattır yahu gurban" derken İbrahim Tatlıses biz isottan beter acılar çekiyorduk her seferinde. Ulan ne uğruna; bir gün şöyle ağız dolusu gülelim diye, güle güle uğurlayıp, otobüse bindirmeden gururla güle güle diye gönderelim diye, Türkiyenin dört bir yanından uçup gelen Kartalları.

Güldük ya hemde nasıl güldük. Doya doya, bağıra bağıra güldük. Kartal denizlide vurdukça her Beşiktaşlının çığlığıda gökyüzüne vuruyordu. Elde meşalesi olanlar, birer birer patlayıyordu , ateşiyle yakıyordu acı senetlerini teker teker. Ağlayanlar vardı, delirenler, soyunanlar, ne yapacağını bile bilmeyenler. Yüzüncü yıldakini hatırlamayıp, şimdikine doğan yavrular. Süt dişleri dökülmüş ,hafif gedikli ağızları, fakat gözlerinde şimşek gibi parlaktı sevinçleri. Tüm akrabalar, tüm yarenler hepsi, hepsi gülüyordu o gün. Acı vardiyasının son günüydü o gün. Mucizelere inanırdım hep, bir daha inandım o gün. Etraf ana, baba, amca, dayı, hala, çoluk çocuk günü Beşiktaş'ta. Arabaların geçmesi ne mümkün , doğal afet yaratmış Beşiktaşlılar, sel başmış Barbaros bulvarından aşağıya . Acı senetlerini yaktıranları karşılamaya, havaalanına gitmeyi kafaya koyduk. Fakat ne mümkün, imkan yok hatta. Umut kırıldı, yok gidemeyiz dedik. Geldi mucizenin ta kendisi yolumuza çıktı. Bir minibüs içinde Beşiktaş bayrakları, ailecek kutlamalardalar. Nine var 85 yaşında, başında Beşiktaş kukuletası. Oğul var direksiyonda, içi içine sığmaz. Amca var. Gelinler var. Torunlar var yine dişleri gedikli. Götürdüler bizi havaalanına. En tatlı bekleyişini yaşadık ömrümüzün.Havaalanında o sıcacık nefesle, termometreler patlamıştır sanırım. Buharlaşmayı göze alırcasına bir sevinç çığlığı. Kimi görsem elinde meşale, kimi görsem elinde bayrak. Atatürk Havalimanında bir darbe günüydü adeta . İstense her bir köşesini zapt edecek kadar kalabalık, bir taraftar ordusu. Güldük hele ne güldük doya doya. Gece 3 olmuş . 3 saatir bizi bekliyor minibüste aynı aile. Gösteremedik bir türlü takım otobüsünü, tek üzüldüğüm oydu o gün. Binlerce kez dua ettim o aileye, burdanda bir teşekkür daha ediyorum.Aman Allahım ne sevinçler,ne şampiyonluk kutlamaları, ne bayraklar, flamalar. Açlık ordusu gibiydik, aç kalmışız gülmelere. Oruç tutmuş bir bünyenin çorbaya ekmekle saldırdığı gibi saldırıyorduk, hasret orucunu bozuyorduk bir nevi. Keyfimiz çok tıkırdı çok. Her köşede bayraklar görmek, acının borcunu kuruşu kuruşuna ödemek. Çok güzeldi hem seni sevmek, hem senle üzülmek.

Her gece saat 2 de çöp arabası gelir. Takır tukur, çöp tenekelerine vura vura alırlar çöpü. Ne çöp alışları değişir, ne dilindeki türküsü. Her daim aynı makamdan giriyor o şapkalı amca. "Çekerim turnam sineye derdi sineye, bu yıl bize gülmek haram belki seneye" O türküyü duymaya üşenmeden çıkarım hep balkona. Hayatın tadı tuzudur çöp arabaları. İnsanlar kirletir, insanlar tüketir onlar hepsini toplar. Geceden dağıttığın sokak sabaha tertemizdir. Ayrı bir güzelliktir, güzel bir dünya için. Ama ayrı bir güzel o adamın sesi, ayrı bir umut kaynağı. Her gece "belki seneye" diyen bir ses. Hediye viski gelir bana arada, sağolsun sevenler, akrabalar zulamı boş tutmaz hiç. Ağırdır viski içmenin bedeli.Tertemiz bir vücut, güzel giysile,r güzel bir parfümle, vücudunda rüzgarın dansını hisseden tadını alır bu meretin,kafa yapar rahatlar. Hayatın terine bulanmış,duyguları içinde kokmaya yüz tutmuş ve çürümüş umutlara 10 galon viski içsen kafa yapmaz,verdiğin o kadar parayı düşünürsün ,baş ağrısı yapar.viski bizi bozar, zengin, dertsiz adam içkisidir. Fakat ayrı bir gider, her gece bu adamın türküsüyle. Viskiyle ilgili tüm düşüncelerimi yıkar iki üç cümle önce sıraladığım.Şampiyonluk gecesi eve döndüğümde sabah ezanı çoktan okunmuş,çoktan sokak mis gibi olmuş, çoktan türkü söylenmiş bile.Böyle tatlı bir uyku uyumadım 6 yıldır. Ne de güzel rüyalarda vardı oysa, daha önce hiç görmediğim.Gece saat ikiyi vurdu yine , yine çöktüm balkondaki sandalyeye elde hediye viski,yüzde büyük usta Kemal Sunal gülüşüyle. Bir ses ki öyle böyle değil.Takkıdı takkıdı taktak gümbürdeterek geliyor bizim amca tenekeleri.İnletiyor sokağı , deli gibi bir ürperti var sokakta.Quentin Tarantino'nun Deathproof filminde, Kurt Russelin ayağını gıdıkladığı kız kadar ürkek bütün cadde. Bugün türkü değişmiş, bugün neşe yerinde, kalkmış omuzlarından bir yük, kalkmış bedenine acıların indirdiği o perde. Öncekinden de güzel bir şarkı var bu sefer dilinde. Hatta en güzel.Kendine özel şivesiyle inletiyor sokağı. "Şampoyon Beşşikdaşım ne istersen istee benden, istersen donatayın dört bir yangı bayranklarlaa" Yemin ederim o dakika kendimi atasım geldi balkondan aşağıya. O günden hatıra yazmışım defterime üç beş cümle."bir damlanın bu kadar etkili olabilecegini nerden bilebilirdimki o gece. o kıytırık deniz manzaralı balkonunumdakı sandalyede, yine sıradan bir melankoli aksamını yaşadığımı sanıyordum. En vurucu şarkıya dikilmisti kulaklarım .Hafıften yudumlarken viskisimi, içine buz koymadıgımı farkettım.iskoç sevmem genelde amerikan takılırdım. Hatta bir keresinde coni volkırı odamda yürüttüm, fakat şahidim yok.her aksam yasadıgım melankolının ıcıne bugun bır damla kan dusmustu, tam agzıma gotururken bardagı.önce duraksadım sonra ılk aklıma gelenı yaptım ve sag elımle burnunu yokladım. Elıme dusen bır kac kuru sumuk kırıntısını hızlıca şortumun kenarına sildikten sonra, aklıma düşen kurdu çıkarmaya karar verdım,hızlı ve şaşkın adımlarla banyonun yolunu tuttum.aynaya baktıgımda benzimin solmus, göz damarlarımın ıyıce belırgınlestıgının farkına vardım. Fazlamı gelmişti acaba bu sevinçleri görmek, her gün "belki seneye" lafını duyduğum sesten "şampoyon Beşşiktaşım" kelimesini duymak. Ya tansiyon hastası oluyorum, ya da viski sevinçle gitmiyor."



O gün bir kez daha anladım. Umudun güzelliğini, Beşiktaşlı olmanın özelliğini ve tanrının sevdiği kulu olduğumuzu. Sevmediği adamın kalbine niye koysun bu güzel sevdayı. Koyduğu sevdanın bedelinide ödetmeyi biliyor ama. Hintli cam üstünde yürüyen adam gibi, "gülmek için acı çekmemiz gerek" Kanayan yüreklerin , pansumanı ne zordur, yazmıyorum bile geri kalan diğer ufak tefek yaraları. Çok mutlu olduk, çok gurur duyduk bu sene. Daha ne olabilirdiki kendi adıma, Beşiktaş şampiyon,Ömür Hıncal doktor oldu. Geri kalanları Makbule Tokmak öpsün.



Serencebeyde, Osman Paşa nın konağının bahçesinde çakılan kibritin kokusunu ve yaktığı ateşi tribünlerde ejderhalar gibi gırtlaktan harlamak olsa gerek, tarihin sayfalarında dans etmek.2.Abdulhamite kafa atıp hınzır çocuklar gibi kaçarken, Şeyhzade Abdulhalimin desteğini alanlarımı,z dinazorlarımızın bedeni toprak olsada, nesli hala bu çarpan yüreklerde sürmektedir.İlk görüşte vurulduğumuz o iki renge vurulmamızın yegane sebebidir, siyah beyaz fotoğraflarda gördüğümüz dedelerimizin yüzlerindeki efendilik, gözlerindeki inanç.Seni sevmek seni görmekle başladı gazete küpürlerinde.Bir onu yeniyordun bir bunu yeniyordun.Ara sıra kudurup gol rekorlarını egale ediyordun. Öyle güzel görünüyordun ki gazeteden seni sevmek gazete küpürlerinde başladı.Yıllar geçti ben büyüdüm,sen hala aynı çocukluğumda ki gibiydin.Fakat bu sefer hüzünlerine daldım o kara sevdanın. Senin için pankartlar hazırlar, beste yapar oldum.Her ağzımı açışımda, senin uğruna geldik bu şerefsiz dünyaya diyesim geliyordu ve hatta tüm bestelerin başlangıç sözü bu olmalıydı bana göre.



Son kısmı bu yazının, o güzel insan, o güzel abime, o zeka ve strateji uzmanı Alen Markaryan'a, bir büyük usta Ahmed Arif'in kaleminden :

Gün ola, devran döne, umut yetişe,
Dağlarının, dağlarının ardında,
Değil öyle yoksulluklar, hasretler,
Bir tek başak bile dargın kalmayacaktır,
Bir tek zeytin dalı bile yalnız...


YAZAN: FORZA BEŞİKTAŞ YAZARLARINDAN ÖMÜR HINCAL