Dans, binlerce yıldır aynı tutkuyla yaşama bağlı... Baleden, tangonun yakıcı teline dek uzanıyor geçmişi... Bugüne gelene dek, kılıktan kılığa girdi. Yıllar boyu farklı bedenlerde dillendirdi öyküsünü. Ama hep aynı şeydi söyledi. İzini sürenleri hep yaşama davet etti.
Dans üzerine yapılan pek çok araştırma var. Yine de, dans ne zaman doğdu, ilk dans eden insan kimdi, gibi soruların yanıtı yok. Son olarak İsrailli bir araştırmacı dansın tarihteki büyülü adımlarının peşine düştü. Hebrew Üniversitesi'nden Arkeolog Dr.Yusuf Garfinkel Balkanlar ve Ortadoğu'da 400'ü aşkın arkeolojik tableti inceledi. Ve dansın 9 bin yıllık bir geçmişi olduğunu kanıtladı. Ancak, Dansın tarihi çok daha eskilere uzanabilir diyor Garfinkel. Çünkü henüz söz yokken, dans vardı. Tıpkı Homeros'un M.Ö. 8. yüzyılda söylediği gibi: Önce dans vardı
Dans birçok kişi tarafından sanatın atası olarak kabul ediliyor. İlkel toplumlarda duyguları dile getirmenin en iyi yöntemi olarak sahneye çıkıyor dans. Kabilelerde, ayin, büyü ve ibadet etmek için kullanılıyordu. Doğaüstü güçlerle ilişki kurmanın bir yoluydu dans.
Sosyal bir iletişim aracı, toplumsal ritüellerin parçası. Buğdayı ekme ya da hasat vakti geldiğinde herkes toplanır, önce dans eder, ertesi gün işe girişirdi. Ritmi ve hareketleri destekleyen ilk araçlar, el çırpma, vurmalı çalgılar, kaval ve flüt oldu. Yaklaşık 5 bin yıl önce devletlerin ortaya çıkması, ardından da yazının icadıyla birlikte dans figürleri çanak çömleklerden silindi. Yine de insanoğlu dans etmekten vazgeçmedi...
Sanatların En Yücesi...
Bir savaşın kazanılması, başarıyla sonuçlanan zorlu bir av, ilkbaharın gelişi, sağanak yağmur insanların dans etmesi için yeterli nedenlerdi.
Tıpkı Arjantinli yazar Jorge Luis Borges'in öykülediği gibi yüzüne yağmur damlaları değince sözcükleri, dansı, sonra da adını anımsayan; Homeros olmuşluğunu yeniden belleyen, ölümsüzlük ırmağını tatmış talihsiz mağara adamı gibi biz de, su perilerinin ruhumuza fısıldadığı, içimize serpelediği sihirli dürtüyü hatırlamak için doğadan yardım aldık yıllar boyu. Kah yağmur dansı yaptık, kah güneşin sıcaklığını kutsadık... Ama bir şekilde anlattık meramımızı... Minnettarlığımızı. Yaşama arzumuzu.
Yüzyıllar geçtikçe dans etme nedenlerimiz değişti. Dans, yeni nitelikler kazandı. Hindistan ve Japonya'da ise, sanatların en yücesi sayıldı. Mısırlı, İbrani, Romalı, Bizanslı ve Yunanlılar adımlarını ve beden hareketlerini belirli kurallara bağladılar.
Ortaçağ boyunca gelişmesini sürdüren dans, dinsel niteliklerinden yavaş yavaş sıyrıldı. Başlıca sahne gösterisi haline geldi. Parmak ucunda dans, bir sanat dalı olarak Rönesans'ta çıktı sahneye. 16. yüzyılda Fransa ve İtalya'da besteciler, sadece dans için yapıtlar bestelemeye başladı. Tüm dünyada yaygınlaşan dans, sınırlarını öylesine genişletti ki, cüretkar havaya kaldırma figürlerini içeren volta dansını çok seven İngiltere Kraliçesi I. Elizabeth, bu tavrıyla çevresindeki din adamlarını dehşete düşürüyordu.
Eski dans tarzları, 19. yüzyılda yeniden biçim değiştirdi. Repertuvarlar baştan başa yenilendi. Etnografiye ilginin artması ve aristokratların ülkeden ülkeye geziler yapması sonucunda başka ülkelerin dansları öğrenildi.
Akademik dansın katı ilkelerinden sıyrılan modern dans, 20. yüzyılın başında ortaya çıktı. Isadora Duncan, eski Yunan'dan esinlenerek yeni bir anlatım tarzına yöneldi. Serbest dans olarak adlandırılan bu biçim, ünlü sanatçı Mihail Fokin'in dans anlayışını etkiledi. Ama modern dansa yön veren akım Alman anlatımcılığı oldu. Zengin bir dil kullanarak her türlü hareket biçimine yer veren modern dans, çağımızın en önemli anlatım araçlarından birine dönüştü.
Salon Dansları...
Salon dansları durur mu? Onlar da birer birer çıktılar sahneye... 19. yüzyılın başlarında İngiltere'de soyluların katıldığı balolardan geliyordu pek çoğu. Kimi, geleneklerine sıkı sıkıya bağlıydı. Vals, Foxtrot, Tango, Rumba, Cha Cha Cha, Swing, Samba, Mambo, Bolero ve Paso Doble bunlar arasında. Country, Arjantin Tangosu, Merengue, Polka, Salsa, ve Flamenko gibi birçok dans ise geleneksel olmayanlar arasında yerini aldı.
Hele bir tanesi vardı ki, hiçbiri tutkunun yanına onun kadar yaklaşamadı. Aşkı onun gibi anlatamadı. Arjantin'de doğup, kısa zamanda tüm dünyayı dolaştı. Adı; Tango'ydu. Öyküsü tıpkı kendisi kadar dokunaklı. Buenos Aires'in varoşlarındaki yaşam mücadelesi ona hayat vermiş. Ama mütevazı günlerini geride bırakması fazla zaman almadı...
Herşey 1900'lerin ilk yıllarında başladı. Tango; hırçın ve melankolik bakışlarıyla çıktı sahneye. Saçlarının arasında bir çiçek vardı; kıpkırmızı...
Eteklerini savurdukça etrafa, tüm salon aşk kokardı. Romantizm, melankoli ve aşk... Herkes farklı bir sözcükle tanımlıyor Tango'yu. Çünkü bu dansa, bambaşka duygular hayat veriyor. Tango aslında varolan tüm duyguları ve daha fazlasını içinde barındırıyor. Ünlü Tango söz yazarı ve bestecisi Enrique Santos Discepolo Tango'yu, "dans ederek anlatılan üzgün bir düşünce" sözleriyle tanımlıyor. Hüzün ve melankoli dansı olarak anılan Tango, aşkın ve tutkunun da sözcülüğünü üstleniyor.
Kışkırtıcı figürlerle dolu Tango, Paris'in yüksek sosyete mekanlarına hızla tırmandı. Fokstrot ile birlikte Avrupa üzerinden dünyaya yayıldı. Ancak Tango'ya hayat verenlerin gözünde varoş barları, onun gerçek evi olmaya devam etti.
Aşk için Dans...
Tango bunca yıllık yolculuğunda yalnız değildi elbet. Aşktan söz ederken Flamenko'ya da çok söz düşecekti...
Sahi... Sen hiç aşk için dans ettin mi?
Saura'nın ünlü filmi Carmen'deki Cristina Hoyos'un bu sorusuna Antonyo Gades, dansıyla yanıt veriyor. İhtiraslı. Aşık. Bedeninin her kıvrılışı duygularını açığa vuruyor: Aşk, şiddet, acı, tutku... Dansın sözcüklere sığmayan bir sihri var. Flamenko yüzlerce yıldır aynı coşkuyla dile getiriyor bu sihri. Muzip ve tutkuyla konuşuyor...
Kendine has bir Güney İspanya sanatı olan Flamenko'nun kökü milattan önce 1100'lere kadar uzanıyor. Şarkı, dans ve gitarla hayat buluyor. Flamenko, Güney İspanya'nın kendi folklorik müziği ile çingenelerin aynı kültürden yarattığı müziğin birlikteliğinden doğmuş. Popüler halk müziği, çingene müziğinin gelişimini etkilemiş ancak o günlerde bu müzikle bağdaşmıyor. Bu iki müziğin birleşmesi, günümüzün Flamenko müziğini ortaya çıkarıyor.
Bu kadar değildi dansın söyledikleri. Söyleyecekleri... Daha keder vardı, yalnızlık vardı dilinin altında. Hatta ölüm acısını anlatmanın en insancıl yolu yine danstı. Hele Savaş yıllarında... O zamanlar acıları unutmanın yolunu danstan başka ne gösterebiliyordu ki bize? 1920'lerde Josephine Baker'in öncülüğünü yaptığı çarliston, II. Dünya Savaşı'nda yitirdiklerini unutmak isteyenlerin gözdesi oluverdi.
Sallan Yuvarlan
Swing ve boogie-woogie derken, kuvvetli bir rüzgar esmeye başladı Latin Amerika'dan. Ve 1950'lerin başında cha cha, samba, mambo gibi hareketli danslarla tüm dünyaya egemen oldu. Ancak sıcak Latin müziğinin hükümranlığı uzun sürmedi. Tahtını sessizce Rock and roll'e bıraktı. Amerikan yaşam biçimini yansıtan Rock and roll, dünyayı ayağa kaldırdı. Sallan ve yuvarlan 60'lı yılların yeni ilahıydı.
Birbirini sakınan tutkulu figürlerin sesi çıkmaz oldu uzun bir dönem. 1970'lerden itibaren daha akrobatik figürler öne çıktı. Neyse ki, son yıllar eski görkemli günleri çağrıştırıyor. Tango'nun kışkırtıcı kıvraklığı, Latin esintileri dans tutkunlarını yine soluksuz bırakıyor...
Yaşamın büyülü yürüyüşü dans...
İnsanoğlunun en saf, en yalın ifade biçimi.
Doğanın; rüzgarın, dalgaların, ağaçkakanların ya da sudaki kabarcıkların sesine ilk kulak veren, onlarla dans eden ilk çılgın kimdi bilinmez...
Ama belli ki, bu büyük kaşifin ruhu, genlerimizde saklı. Su perilerinin sırrıyla içimizi ısıtıyor...
Binlerce yıldır süregelen bir tutku dans.
Ve kutsanmayı hak ediyor.
Pınar Arat
Fotoğraflar; Dancentrum arşivi