Nasreddin Hoca bir gün… diye başlayan taşlamaları gazete ve dergilerde okuyup ya da tatlı bir dille bunları anlatanları içinizde duymayanınız yoktur.
Fıkralarında (nükteli hikayecikler) ya inatçı eşeğine söz geçirme çabasında olan ya başındaki kavuk, sırtındaki cübbe, ayağındaki mes’le çekişen ya da karısı, çocuğu, komşusu, ülkenin imamı, papazı, kadısı gibi çeşitli kimselerle tartışan, bazen onları yeren, bazen azarlayan, bazen uyaran ama hiçbir zaman sevimliliğini kaybetmeyen bu hoca, Türk mizah dehasını yüzyıllardan beri bütün dünyada, ölümsüzlüğe kavuşturan ünlü bir halk filozofumuzdur.
nasreddin_hocaBizi kahkahalarla güldüren nükte ve davranışları, çok zaman Hoca’nın bir konuyu açıklamak ya da bir düşünceyi desteklemek amacını güden uyarış ve öğütleri niteliğini de taşır.
Eğer, gerçek durum bu olmasaydı, ne onun fıkralarının etkisi bu derece geniş, ne de kendisi yüzyıllardan beri unutulmayan ünlü bir mizah üstadı olmakta devam edebilirdi…
Nasreddin Hoca’nın doğum yeri ve doğum yılı kadar yaşadığı çağla ilgili bilgilerimiz de yeter derecede aydınlanmış olmaktan uzaktır. Hoca’nın, Selçuklu Türkeri’nin son yıllarında (13’üncü yüzyıl) Kastamonu’dan Konya’ya gelen Yavlak Arşları Bey’in oğlu ve Sultan 2. Mesut (1283 – 1297) çağında önemli devlet hizmetlerinde bulunan Nasiriddin Mahmut’la aynı kişi olduğunu öne sürenler vardır. Ama bir isim benzeyişinden başka hiçbir olay ve belgeye dayanmayan bu görüş, bugün için bir değer taşımaktan uzaktır. Çünkü birbirinden güzel fıkralarının konularını çoğunlukla halkın içinde kaynaştığı olaylardan seçen Hoca, zayıf eşeği, yırtık heybesi, yamalı cübbesiyle bir hükümdar sarayına yakın olmaktan çok halktan yana ve halktan bir adamdır. Bu bakımdan, onun doğum yerini de, yaşadığı çevreyi de bu açıdan araştırmak gerekir.
Nasreddin Hoca’nın türbesi (mezarı) Akşehir’dedir. Üzerinde Hoca’nın adını ve tersine yazılmış rakamlarla ölüm tarihini (638 = 1284) taşıyan bu türbe, yakın yıllara kadar (1907) büyük mizah üstadının kişiliğine uygun tuhaf bir görünüşteydi. Sütunlar üzerinde duran çadır biçiminde bir kubbe ve dört yanı açık türbenin bir köşesinde yer alan demir parmaklıklı bir kapıya asılı kocaman bir kilit dikkati çekiyordu. Derme çatma yapılara Nasreddin Hoca’nın türbesi gibi… deyimi de bundan ötürü halk arasında yayılmış, bir atalar sözü değerini kazanmıştır. Nasreddin Hoca’nın türbesi, son yıllarda Akşehir Belediyesi’nce onarılıp bakımlı bir duruma getirilmişse de yapının temel görünüşünde önemli bir değişikliğe gidilmeyerek demir parmaklıklı kapı ve kocaman asma kilit yine olduğu gibi bırakılmıştır.
Hoca’nın birçok fıkrasında Akşehir ve Akşehirlilerin sık sık anılmasından ötürü kendisinin hiç olmazsa son yıllarını bu kasabada geçirdiği ve burada öldüğü kesindir. Ölüm yeri üzerinde böylece bir açıklığa varılan Hocanın doğum yerinin de Sivrihisar’ın Horto köyü olduğu bugün için kabul edilmektedir.
Selçuklu Türkleri çağının Konya’da yaşayan ünlü bilginlerinden Pir Ebi ve Hace-i Cihan ile çağdaş olduğu sanılan Nasreddin Hoca’nın, 1208 -1209 arasında doğduğu söylenebilir. Babası, Horto köyünde yıllarca imamlık yapan Abdullah Efendi adında bir din adamıdır. İlköğrenimini köyünde yapan Nasreddin, babasının ölümü üzerine kendisine verilen imamlık görevini benimsemeyerek Molla Mehmet adında birisine bırakmış ve Akşehir’e göçmüştür. Burada, çevrenin o çağlardaki ünlü bilginlerinden Seyit Mehmet Hayran ve Seyit Hacı İbrahim’den dersler almıştır.
Fıkra ve nükteleriyle dünya mizahının, ünlü kişileri arasında yer alan Nasreddin Hoca’nın ilk gençlik yılları, halk arasında yaygın ilginç bir efsane ile bağdaştırılır:
Nasreddin’in ders aldığı hocalardan (öğretmen) birisinin, her gün medresenin (okul) bahçesinde otlayıp sıçrayan sevimli bir kuzusu varmış. Günün birinde öğretmenlerine içerleyen çömezler (öğrenciler), kuzucuğu yakalayıp kesmeyi akıllarına koyarlar. Dediklerini yaptıktan sonra da bir güzel kızartıp afiyetle yerler… Ama çok geçmeden durumu öğrenen hoca, gözleri kızgınlıktan şimşekler çaka çaka çömezlere çıkışır:
— Kuzumu yakalayan, el elinden kurtulmasın, kuzumu kesenin başı kesilsin, derisini yüzenin derisi yüzülsün, pişiren haylaz da kızgın ateşlerde kavrulsun!
Bu sırada, olaylara uzaktan seyirci kalan Nasreddin’e dönen hoca:
— Ya sen ne halt ettin? deyince,
— Benim olanlara gülmekten başka bir suçum yok. cevabiyi a afallayan hoca:
— Öyle ise dilerim bütün insanlar da kıyamete dek sana gülsün! demekten başka bir söz bulamadı.
İşte o günden sonra insanların içinde çırpındıkları hırsları, kinleri, bencillikleri, ikiyüzlülükleri alaycı bir gözle seyreden Nasreddin Hoca, ince mizah dehasıyla yarattığı nükteleriyle sayısız fıkranın konusu ve kahramanı oldu. Güldü ve güldürdü…
Sonradan Konya’ya giderek ünlü Türk bilgini Hoca Fakih’ten (ölümü: 1221) dersler alan Nasreddin Hoca, yine Akşehir’e dönmüş, imamlık, hatiplik, vaizliklerde bulunarak hayatını kazanmıştır. Fıkralarında, yaptığı bu işlere değinen ilginç olaylar önemli bir yer tutar. Bu fıkraların değerlendirilmesiyle anlaşılmaktadır ki Nasreddin Hoca, yaşadığı çağa göre ileri bir dünya görüşüne sahip olgun bir insan, bir halk filozofudur. Zulmü yerer, zalimlerle ince zeka oyunlarıyla alay eder.
Zenginlerin yoksullara el uzatmaları, hayvanlara işkenceden kaçınılması, komşu hakkının gözetilmesi gibi sayısız ahlak kuralı, onun fıkra ve nüktelerle işlediği konulardır. Bunların dışında olarak Nasreddin Hoca’ya mal edilmek istenen hırsızlık, saygısızlık, dolandırıcılık gibi ahlak dışı konuların onunla ve onun dünya görüşüyle hiçbir ilgisi yoktur. Bunun yanı sıra Yıldırım Bayezid’in, Ankara Meydan Savaşı (1402)’nda yenilgiye uğratan ünlü Moğol Hakanı Aksak Timur‘la Nasreddin Hoca arasında geçtiği öne sürülen olay ve fıkraların da gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü yukarıda da belirttiğimiz gibi Nasreddin Hoca, Timur’un Anadolu’ya girişinden en az yüzyıl önce yaşamış ve ölmüş bulunduğundan karşılaşmaları ve aralarında konuşmaların geçmesi mümkün değildir. Bütün bunlar Nasreddin Hocayı seven ve bütün öz ve söz güzelliğini O’na yakıştıran halk kütlelerinin yüzyıllar içinde hayal dünyalarında geliştirdikleri efsanelerdir.
Timur’un Anadolu’da at oynattığı yıllarda, bendeleri (adamları) arasına aldığı nükte ve hazırcevaplığıyla ünlü kimse ise Nasreddin Hoca değil, 14’üncü yüzyıl şairlerinden Ahmet’idir. O şair Ahmedi ki hamamda yıkanmakta olan büyük Moğol İmparatoruna:
— Sana burada bir değer biçmek gerekirse yalnız üzerindeki peştamalı alırım. O da ancak 5 akçe eder, diyebilen adamdır. Nasreddin Hoca, yerine ve zamanına göre bir söz söylediği zaman olayları beklenmedik bir açıdan değerlendirmesini bilir. Fıkraları genel olarak yer (ev, sokak, cami, pazar v.b.), zaman (gündüz, gece, yaz, kış) ve kişilerle (karısı, oğlu, komşusu, öğrencisi, kadı, hırsız, satıcı, müşteri) meydana gelen günlük olaylar olduğu için soyutluktan uzaklaşır. Böylece devamlılık niteliği kazanır. Hoca’nın yüzyıllarca sonra bile bütün canlılığıyla yaşayabilmesindeki nedenlerden birisi de bu yanıdır. Yurdumuzda Nasreddin Hoca ile ilgili ilk basılı kitap 1837 yılında Matbaa-i Amire Devlet Basımevi’nde çıkmış, bundan sonra yeni Türk harflerinin kabulüne (1928) kadar eski harflerle birçok eser basılmıştır. Yeni harflerin kabulünden sonra resimli ve’ resimsiz olarak Hoca ile ilgili yüzlerce kitap yayınlanmıştır.
Nasreddin Hoca fıkraları hemen bütün dünya milletleri arasına yayılmış, çeşitli dillerde yazılan kitaplarla tanınmış ve sevilmiştir. Türbesinin bulunduğu Akşehir’in Belediyesi her yıl 5-10 Temmuz günlerini Nasreddin Hoca Şenliklerine ayırmıştır. Bu süre içinde Hoca’nın fıkralarıyla ilgili olaylar düzenlenir. O çağdaki giyimiyle canlandırılan Nasreddin Hoca’nın Akşehir Gölü’ne yoğurt tutturmak için maya dökmesi gibi olaylarla neşeli günler geçirilerek hatırası saygıyla anılır.